Pek fark edilmese de her fikir birer sokak lambasıdır. En karanlık, en puslu gecelerde yolumuzu aydınlatır. Görmeyiz, bilmeyiz, önemsemeyiz belki ama onlar hep oradadır.
Her fikir birer sokak lambasıdır...
Sevgili Sarı Sokak Lambaları okurları, uzun bir aradan sonra bizleri en çok heyecanlandıran röportajlardan birisi olan Cüneyt Arkın röportajıyla karşınızdayız. O dönem Cüneyt Arkın bizi evine davet etmiş ve bu güzel röportajı gerçekleştirebilmiştik. Çocukluğumuzun en güzel karelerini fethetmiş bu filmlerin arkasında yatan hikayeleri, emekleri ve başarıları sizlere gösterebilmek biraz amacımız. Biz yaparken çok keyif aldık, umarız okurken sizlere de yansıtabiliriz.
-Nasıl bir ortamda yetişti Cüneyt Arkın? Nasıl bir çocukluk geçirdiniz?
-İşte zavallı, yoksul bir çocukluktu. Bazen çok büyük kuraklıklar, hastalıklar olurdu. Bizim yüze yakın koyunumuz vardı onunla geçinirdik iki ablam, annem, babam ve ben. Bazen toprağı kazar, kök çıkarır, kökle karnımızı doyururduk. Ben o zamanlar mesela sofradan hiç tok kalktığımı hatırlamam. İşte hayvanlarla uğraşırdım, küspeyle uğraşırdım, üstüm kokarmış benim, o yüzden hep kaçarlardı benden, hiç öyle bir arkadaş edinemedim, bilmiyorum ki koktuğumu. Ama tabii ben o zamanı köpeklerle, eşeklerle, bozkırla bir hürriyet zamanı olarak da değerlendiriyorum. Biraz sorumsuzluğun da etkisi var galiba. Ben aileme katkı olsun diye, yazın üç ay filan tek başına bostan bekçiliği yapardım. İn yok, cin yok, tabiatla baş başasın. Böceği, çiçeği, yağmuru, yıldızı... Sadece iki köpeğim ve bir eşeğim vardı. Bunlar bir iç zenginliği yaratıyor, tabiatla özdeşleşiyor insan.
-Nasıl oldu da böyle bir ortamda doktor yetiştiniz?
-Anadolu'da bir gelenek vardı: Küçükler büyüklerin yönüne doğru yöneltilir, teşvik edilirdi. Benim de amcamın oğlu, nur içinde yatsın Prof. Dr. Fikret Cüreklibatur, doktor olmak yolundaydı. Ben de onu takip ettim. Bir de tabii çevremde çok hastalıklar, ölümler görüyordum. Sonrasında ablamı da kaybettim. Aileden de çok hasta olurdu, ablam, doktor ol da bizi de tedavi edersin, derdi. Ben de lisede çok iyi bir öğrenciydim. Öylece doktor oldum.
-Zor olmadı mı peki küçük bir yerden, kırsaldan çıkıp İstanbul'da tıp fakültesinde okumak ?
- Zor olmaz mı... Çalışarak okudum ben. İlk yıllarda, Sirkeci'de han gibi bir yerde kaldım Anadolu'dan İstanbul'a çalışmak için göçen köylülerle beraber. Onlar erken yatarlardı yorgun oldukları için, ben mum ışığında ders çalışırdım. Aç kaldığımda bana ekmeklerini bölüp köy peyniriyle beraber verirlerdi, güzel insanlardı, hiç unutmam... Bazen çalıştıkları işlere de götürürlerdi beni, üç beş kuruş kazanırdım.
-Doktor olup Anadolu'ya, Doğu'ya atanıyorsunuz. Neler yaşadınız orada?
-Orada tabii çok farklı hikayeler var. Mesela bana hep şalvarın dışından iğne yaptırırlardı bir kadının çıplak etini görmeyeyim diye. Çocuk düşürme olayları çoktu, ölüp ölüp gidiyorlardı. Bir hastalıktan bir haftada 22 çocuk kaybettik birinde. Bir ünite penisilinim olsa bir çoğunu kurtaracağım ama yok. Devamlı istiyorsun, yalvarıyorsun göndermiyorlar, yok. Bir keresinde bir kadının doğumunda bir sıkıntı olmuş, gittim. Adam çifteyle karşımda durdu, kadının mahrem yerini göremezsin diye. İçeriye giremedim, müdahale ettirmediler, sabaha karşı çocuk da anne de öldü içeride.
-Sonra sinemayla tanışmanız nasıl oldu?
-Askerlik döneminde ben Halit Refiğ ile tanıştım, beni beğenmişti. O zaman Leyla Sayar ve Göksel'in oynadığı filmi çekiyorlardı.* Orada bir doktor rolü vardı onu teklif etti fakat o kadar işim çoktu ki asker, subay, ast subay hasta bakıyordum akşama kadar. Geceleri de uçuş nöbetindeyim. O sebeple oynayamadım. Biz daha sonra İstanbul'da tekrar karşılaştık tabii bir dostluğumuz gelişmişti Eskişehir'de. "Ne yapıyorsun doktor?" dedi, "Kadro bekliyorum ne yapayım?" dedim. Nöroşirurji istiyordum o zaman. "Bir filme başlayacağız, oynar mısın?" dedi, "Ne kadar para alacağım?" dedim. (Gülüyor) İstanbul'da beni 1 sene filan geçindirecek bir para söyledi. Böylece Gurbet Kuşları'nda oynadık. Filmi oynarken başka teklifler gelmeye başladı.
-O zaman tabii daha romantik, jön rollerinde oynuyorsunuz. Avantür/Macera filmlerine geçişiniz nasıl oldu? Neler yaptınız o geçiş sürecinde?
-Başarmak için ben delicesine, çılgınlar gibi çalıştım. Medrano sirkinde çalıştım mesela, gece 11.00'de, 12.00'de, onların da seanslarının bitmesinin ardından. Sonra Kazak sirki geldi orada çalıştım, at numaralarını öğrendim. Hemen hemen 1 yıl çalıştım oralarda. 6 yıl karate çalıştım, siyah kuşak oldum filmlerde karate yapabilmek için. 3 ay sırık atlama çalıştım mesela,sadece bir filmin bir sahnesinde kullandık onu, o kadar. Çalışmak gerekiyor çünkü. Geçenlerde bir vakıf vardı sinemayla ilgili oraya gittik, genç arkadaşlara da söyledim "Ter damlası değil, kan damlası bırakacaksınız." diye.
-Sizin bütün bunları çalışarak sergilediğinize pek inanmadılar insanlar ama sanırım. Karate numaralarını, at numaralarını film hilesi sananlar var hala.
-Evet öyle oldu. Birisinde bir taksiye bindim, acelem var. Önümüzde bir araba durdu aniden, taksici de kornaya bastı. Sonra öndeki araçtan genç bir adam indi elinde silahla. Bize küfretmeye başladı. Öyle deyince de ben çıkıp bir tane çaktım, düştü adam. Sonra kendine gelince tanıdı beni. "Cüneyt ağabey sen gerçekten karate biliyormuşsun." dedi. (Gülüyor)
-Kaç film çektiniz?
-400'e yakındır. 10-20 film çektiğim yıllar oluyordu.
-Dublör kullanır mıydınız?
-Yok, ben hiç dublör kullanmazdım.
-Nasıldı o zamanların çekim setleri?
-Şimdiki gibi değildi hiç. Çölde film çekerdik, gazete üstünde yemekler yenirdi. Su yok, bir damacana bulunurdu, o da ısınırdı hemen. Biz de sıraya girer beklerdik birkaç bardak almak için. Birinde İtalyanlarla ortak yapım bir film çekmiştik, adamlar bir araç getirdi, bir açtılar her şey var içinde soğuk,sıcak,tatlı,meyve, şarabına kadar. Herkesin bir sandalyesi, gölgeliği var, iki kişi hizmet ediyor filan. Bize gazeteye sarılı köfte geliyor, toprağa oturup yiyoruz. (Gülüyor.)
-Güneş Ne Zaman Doğacak diye bir filminiz var, o 80 döneminde, özellikle Maraş olaylarında sağ kesimi kışkırtan film olarak sunuluyor. Öyle değerlendiriliyor bazı mecralarda. Ne dersiniz bunun için? -Peşlerinde Rus mafyası olan, vatan arayan 6 tane Türk'ün filmidir o. Onların arasında geçen bir maceradır, masum bir filmdir. O Maraş katliamı olaylarında öyle bir hale gelmişti ki ortam, herhangi bir şey, ufacık bir kıvılcım insanları tahrik etmeye yetecekti. O filmi kullanmayı seçtiler, herhangi bir şey olabilirdi bu ama onu kullandılar.
-Dünyayı Kurtaran Adam'ı sorayım size. Çok konuşulan bir film oldu.
-Dünya çalkalandı o filmle gerçekten.(Gülüyor.) Nereye gitsem soruluyor. Batıda da o tür filmler yapılmaya başlandı sonradan çöplük filmi denildi o tarz filmlere. Çok yorgunduk o dönem, bitmiş tükenmiştik. Ama anlaşmalar var bir yandan. Çetin İnanç'la ne yapalım diye konuştuk, harika bir adamdır o da. Bir film çekelim, eğlenelim, gülelim, dalgamızı geçelim dedik. Öyle yaptık Dünyayı Kurtaran Adam'ı. Halk çok sahiplendi sonradan ama.
-James Bond konusu var bir de benim çok merak ettiğim. Size teklif gelmiş galiba.
-Benim Londra'da filmlerim gösterilmişti. Avrupa'da George Arkın'dı benim adım.İran'da Fahrettin, Uzakdoğu'da Lee Arkın, İtalya'da da Steve Arkın derlerdi. O filmleri seyredince, o dönemde de üçüncü James Bond aranıyormuş, görünce geldi buraya David Pelham. Bir gayret göstersek olacaktı herhalde o dönem. Ama benim daha evvelden yurtdışı tecrübem vardı. Biliyorum oradaki çalışma şartlarını. Hep peşinde iki tane adam, özel hayatın yok. Omar Sharif'le tanışmıştım "Her şeyim var vatanım yok,çok mutsuzum." demişti. Hiç unutmam onu. Mutlu olacağımı düşünmedim o yüzden. Hemen zaten geldiler, bir hapse aldılar. Fotoğraflar, işte İngilizce dersleri vs. Orada bir oyuncu değilsiniz onlar için adeta bir metasınız. Sevemedim o yüzden.
-Toplum olarak filmlerinize ve size biraz önyargılı yaklaştığımızı düşünüyorum. Siz de öyle düşünüyor musunuz? -Evet. Bir gün Boğaziçi Üniversitesi'nden çağırdılar beni, gittim ki büyük bir bez asmışlar, üzerinde "Sinema kulubü Cüneyt Arkın'ın Kara Korsan filmini utançla sunar." yazıyor. Sonra tabii gittik konuştuk, birkaç yıl sonra gittiğimizde aynı film "... iftiharla sunar." olarak yazıyordu. Tabii, gençler üzerinde çok oynanıyor. Kültür emperyalizmi diye bir şey var, Amerika bunu çok iyi becerdi. Çünkü bir toplumun gençlerini elde edersen, onun geleceğini elde etmiş olursun zaten.
-Kitabınızda ** şöyle bir şiiriniz var, bana dokundu biraz okurken. "..Ve bir gün doktor oldu, sonra 'artiz'/Malın gözüydü artık/Nice kadınlar sevdi, hiçbiri yoktu/Çünkü onları öpmüyor, karate yapıyordu/Yüzlerce film, o kadar köfte/Hayatı boyunca 'nayır,nolamaz' dedi/Geçenlerde öldü, reklam filmi çekerken."
-Evet, reklam filmi orada güzel bir ifade tabii. Bizim gibi insanların giderek, kazanması için, hayatını devam ettirmesi için reklamlara ihtiyacı oluyor.Çok acı bir şey değil mi? Bizim sanatçılarımızın nerede, nasıl öldükleri belli değil mi? Hüseyin Peyda'yı İzmir'de bir otel odasında bırakmışlar mesela. Erol Taş, Kadir Savun nasıl hayatlar sürdü belli değil mi?
-Son olarak söylemek istediğiniz bir şey, bir beklentiniz var mıdır izleyicinizden?
-Bakın kaç yıldır sosyal mecralar var, benim hakkımda bir cümle bile kötü bir şey sarf edilmedi. Nereye gitsem o insanların ailesinden biriymiş gibi karşılanıyorum. O yeter bana. Birisinde bir boyacı çocuk görmüştüm, donuyor çocuk soğukta. Ayakkabımı boyatayım da biraz da fazla para veririm, dedim içimden. Çocuk boyadı, ne kadar ısrar ettimse de almadı parayı. "Ben Cüneyt Arkın'dan para almam." dedi. Bir garip duygu bu yahu.
Cüneyt Arkın röportajımız böyle sonlanmıştı. Aşağıda bin bir emekle çekilen o filmlerden bir anıyı Cüneyt Arkın'dan dinleyebilirsiniz.
"Benim aklım fikrim tiyatroda. Yani gece gündüz, uykuda uyanık, her an tiyatroyu düşündüğüm için bir şeyler üretebiliyorum." diyor Genco Erkal. Gece gündüz, dur durak bilmeden oynadığı oyunların yanında bir de tiyatrosunun her şeyiyle bilfiil uğraşıyor. Kendisiyle bu yoğun temposu arasında Güneşin Sofrasında oyununun öncesinde görüştük. Tiyatro macerasından, Dostlar Tiyatrosu'ndan, gündemden konuştuk. Sonuçta ortaya bu röportaj çıktı. Beğeniyle okumanız dileklerimle... -Tiyatroya başlamanıza ne sebep oldu? Neden tiyatroyu seçtiniz?
-Çok küçük yaşımdan beri, bu doğal olarak içimden gelen bir şey herhalde, biraz içine kapanık, kendini çok iyi ifade etmeyen, suskun bir çocuktum. Ama kukla sahnesi yapıp kuklalar üretip o kuklaları konuşturarak kendimi ifade etmeye çalıştım 6-7 yaşından itibaren. Bunu tabii sonradan fark ettim. Bir de o zamanlar Çamlıca'da bir evimiz vardı, yanımızdaki bahçeye de hafta sonları İsmail Dümbüllü, Şevki Şakrak gibi son dönemin tuluat ustaları gelirdi. Onları aradaki tel örgünün yanına halılar serip izlerdim ve eve gelince hep onları taklit etmeye çalışırdım. İlkokulu Galatasaray'da okudum, orada pek bir şey olmadı. Sonra Robert Koleji'ne geldiğim vakit, içimdeki bu tiyatro güdüsünü, sevgisini ifade etme yolu bulabildim. Öncelikle İngiliz edebiyatı dersinde Dickens'ın bir romanından kendi yazdığım tek perdeli bir oyunu oynadım. Bu bir ödev olarak verilmişti, hoca benimkini beğendi ve "Burada Charles Dickens rolünü sen oynayacaksın." dedi. Ben ilk o şekilde sahneye çıktım. Arkasından ilk defa büyük bir sahneye Shakespeare'in Venedik Taciri oyununun bir rolüyle, İngilizce oynayarak çıktım. Ondan sonra da artık sahne beni bırakmadı ben de sahneyi bırakmadım. Lise bir, iki, üç, dört böyle devam etti ve ben lise dördüncü sınıfta artık Robert Koleji Oyuncuları'nın yöneticisi olmuştum. Kolej tarihinde ilk Anadolu turnesini de o yıl yaptık İstanbul'dan başlayıp İzmir'e kadar giden, benim sahneye koyduğum oyunların oynandığı bir turneydi bu. Çok şanslıyım, ben çok erken yaşta ne yapmak istediğimi, hayattaki misyonumu keşfettim. Burada tabii Robert Koleji'nin çok büyük bir etkisi var, bana çok katkıları oldu.
-Bir sonraki sorum bu olacaktı aslında. Tunç Yalman, Haldun Dormen, Siz, Nevra Serezli gibi bir çok usta isim birleşiyor Robert Koleji isminde. Okulda tiyatroyu besleyecek bir ortam mı oluşmuştu o zamanlar?
-Evet. Yani çok önem verilirdi. Özel bir tiyatro bile bir yılda bu kadar çok oyun çıkaramazdı. Bir sezonda 4-5 oyun olurdu bir kısmı kız kolejinde bir kısmı erkek kolejinde. O zamanlar kız koleji ve erkek koleji olarak ayrılıyordu okul, Arnavutköy Kampüsü ayrıydı. Biz erkek rolleri için onlara misafir giderdik, onlar kadın rolleri için bize misafir gelirdi. Yarısı Türkçe, yarısı İngilizce olarak devamlı bir tiyatro üretimi halindeydik ve çok da ilgi görürdü oyunlarımız, öğrenciler beklerlerdi. İşte, Shakespeareler oynanır, Moliereler oynanır, modern eserler oynanır... Mesela ilk Brecht Türkiye'de kolejde oynandı: Cesaret Ana. Benim kolej yıllarımda Ionesco'yu biz Ülkü Tamer ile Türkçeye çevirdik. Yani öncü tiyatro Türkiye'de ilk orada kendisine bir sahne buldu, çok önemlidir yapılan işler orada.
-Siz her ne kadar tiyatroyu içinizde taşısanız da ailesel sebeplerden dolayı çok kolay olmamış bildiğim kadarıyla tiyatrocu olmanız.
-Evet son sınıftaydım, artık 18 yaşını doldurmuştum. Kafamda sadece tiyatro,tiyatro ve tiyatro var, gözüm dünyayı görmüyordu. Babam sordu bana "Ne olmak istiyorsun, bak okul da bitiyor artık." diye, "Tiyatrocu olmak istiyorum." dedim. "Bu evde değil," dedi. "Artık rüşdünü ispat ettin, kendi kararlarını verecek yaşa geldin ama bu evde ben böyle bir şeyi kabul etmiyorum. İstersen gidersin başka yerde bir hayat kurarsın, tiyatrocu olursun." dedi. O zaman da tabii bende öyle bir cesaret yoktu. "İkinci tercihin nedir?" dedi, psikoloji dedim ki gerçekten de öyleydi. "O olur." dedi. Ben de böylece İstanbul Üniversitesi'nde psikoloji bitirdim. Diplomamı bile almadım, hâlâ orada duruyor. Mezun olana kadar zaten babam beni tiyatrocu olarak kabul etmişti çünkü ben yavaş yavaş amatörlüğe devam ettim, oradan Muhsin Ertuğrul beni bir oyun için Kenterlerin yanına çağırdı. Muhsin Ertuğrul Türk tiyatrosunun Atatürk'ü yani. Babamdan ıkına sıkıla izin aldım. Kenterlerin oyunlarını seyrettirdim, çok heyecanlandılar. "Şunlarla aynı sahneye çıkma şansı veriliyor bana." dedim. Öbür oyuncular da Çolpan İlhan, Sadri Alışık, Lale Oraloğlu, Kamuran Yüce, Şükran Güngör, Cahit Irgat; baştan aşağı star kadrosu yani. "Bu kadroyla bir kere kendimi deneyeyim n'olur." dedim. Ben sahneye çıktım, geldi seyretti. Ondan sonra yavaş yavaş yelkenler suya indi, itirazlar azaldı, baktı ben aldım başımı gidiyorum, o da beni çok destekledi sonra.
-Neden özel tiyatro yapmayı seçtiniz?
-Ben ister istemez özel tiyatroda başladım. Sonra, onlarla devam ederken, Asaf Çiyiltepe başka bir özel tiyatro kurdu Arena Tiyatrosu adıyla ve oradan bana bir teklif geldi, "Hangi oyunu oynamak istiyorsan gel bizde oyna." dediler. O, ilk devrimci tiyatrodur Türkiye'de, Ankara Sanat Tiyatrosu'nun da anasıdır. O sene ben onlara katıldım, Aslan Asker Švejk oynadım, ilk ödülümü filan kazandım onunla. Ertesi yıl onlar Ankara'ya gidip Ankara Sanat Tiyatrosu'nu kurdular, ben ayrılamadım. Bu sefer Engin Cezzar-Gülriz Sururi Tiyatrosu'ndan teklif geldi Othello oyunu için. Oraya girdim 2 sene de onlarla çalıştım. Sonra Ankara'ya gittim Bir Delinin Hatıra Defteri'ni filan yaptım, bir yandan da askerliğimi yaptım. Yani hep özel tiyatrolardan geçti benim yolum. Yalnız şöyle bir şey oldu, ilginçtir: Ankara'ya ben askerlik için giderken, o zamanın devlet tiyatroları genel müdürü beni çağırdı "Biz sizi uzaktan izliyoruz, çok beğeniyoruz." dedi ki onların gözünde devlet tiyatroları konservatuvardır, yani öyle alaylı olarak amatörlükten yetişme bir adama böyle bir şey dediklerini ben o zamana kadar hiç duymamıştım. Gittim, "Sizi çok istiyoruz, bizde çalışır mısınız?" dedi bana. Ben "Vallahi çok isterim doğrusu, şu sıralar Bir Delinin Hatıra Defteri oyunu üzerinde çalışmaya başladım. İsterseniz gelip sizde oynayabilirim." dedim. Bana verilen cevap: "Siz bize gelirsiniz, ne oynayacağınıza biz karar veririz." oldu. İşte o anda benim için bitti her şey. O zaman anladım ki ben ne devlet tiyatrosu ne şehir tiyatrosu yapamam. Benim kendi kafam var, kendi sanat anlayışım var, kendime bir yol çizmişim, kendi projelerimi hayata geçirmek istiyorum, memur olacak değildim. İyi ki de öyle yapmamışım çünkü sonradan oradaki arkadaşların başına neler geldiğini duydum, takip ettim.
-Peki özel tiyatro yolunu seçtikten sonra sizi kendi tiyatronuzu kurmaya iten şey neydi?
-Şöyle bir şey var: Biz amatörlüğümüzde, ben kolejden ayrıldıktan sonra, "Üniversiteli Genç Oyuncular" diye bir topluluk kurduk. Arkadaşların bir kısmı Galatasaraylıydı çoğu teknik üniversiteliydi, bir kısmı kolejden yeni mezun olmuşlardı... Bu topluluğun tiyatro anlayışı olarak, tiyatroya bakış açısı, tiyatronun örgütlenmesi konusunda birtakım ilkeleri vardı, kendi kişiliği olan bir topluluktu ve de bunun çok önemli işler yaptığına inanıyorum. Mesela bir avuç üniversiteli genç olarak biz "Erdek Şenlikleri" adı altında henüz İKSV yokken ilk kültür sanat festivalini yaptık . Orada hem klasik müzik hem tiyatro hem karikatür sergileri hem resim sergileri yapıyorduk. Yani hepimiz öğrenciydik ama yaptığımız işler çok büyüktü. Ben oradaki bu kültür merkezi fikrini profesyonel tiyatroya dökmek istedim. Bu sebeple kendi tiyatromuzu kuralım dedim ama sadece "ben" olarak değil. Bu sebeple isimlere bağlı tiyatrolar, işte Ali Poyrazoğlu tiyatrosu, Engin Cezzar- Gülriz Sururi tiyatrosu gibi değil de Dostlar Tiyatrosu oldu adı. Bunun kurucuları yedi kişiydi, herkes eşit oy hakkına sahipti, kolektif bir çalışma biçimi vardı, herkes her şeyden sorumluydu, bambaşka bir kafada, yaptığımız politik tiyatroya da espri olarak uyan bir sanat anlayışıydı. Bunu biz başka bir tiyatroda yapamazdık ancak kendi tiyatromuzda yapabilirdik.
Çok idealisttik tabii o zaman biraz da hayal görüyorduk, "Biz tiyatroyu İstanbul'da yapmayacağız, Anadolu'da yapacağız." dedik. Yani hem özel tiyatro olup hem de bölge tiyatrosu olacaktık. Daha çok aklımız Adana bölgesindeydi çünkü oranın müthiş bir üretken yapısı var, işte Yaşar Kemal olsun, Yılmaz Güney olsun... Her şeyi, planlarımızı ona göre yaptık, sonra bir baktık ki orada bunu yapmak akıllıca bir iş değil. Bir kere sansür meselesi var. İstanbul'da da bazı oyunları yasaklıyorlar ama hiç değilse bir kıyamet kopuyor, birileri sana destek oluyor, bir entelektüel çevre var, kültür başkenti yani ülkenin; Adana'da desteği bırakın tam tersi bir durum, "Sizin ne işiniz var burada?" gibi bir tavır söz konusu. O sebeple bu fikirden vazgeçtik, İstanbul'da yapalım, sonra bütün ülkeyi turneyle dolaşırız, diye düşündük. Hakikaten de Dostlar Tiyatrosu bütün özel tiyatrolar içinde bence en çok turne yapan tiyatrodur. Şimdi o kadar değil ama eskiden her yıl bir ilkbaharda bir sonbaharda Karadeniz, Doğu, Güney, İç Anadolu bütün Türkiye'yi iki oyunla dolaşıyorduk. Kurslar açtık, Milli Eğitim Bakanlığı'ndan herhangi bir denkliği olmasa bile dört başı mamur bir okul gibiydi adeta. Ruhi Su ile birlikte çalıştık, Dostlar Korosu kurduk; dans tarafı vardı Halk Sanatları Derneği adı altında o taraf çalışıyordu; bir işçi kolu kurduk, grevlere gidip amatör olarak oradaki işçilere oyunlar oynadık... Bunların hepsi on yıl sürdü, sonra battık. Bence yaptığımız bütün bu işlerle çok başarılıydık ama gırtlağımıza kadar borç içindeydik: Kira borcu, sigortaya borç, devlete vergi borcu... Perişan haldeydik ve battık yani. Arkadaşlar biraz kaçıştılar, çünkü o borçların ödenmesi gerekiyor, onların hepsi bana kaldı. Ondan sonrasında benim hiç istemediğim şey oldu: Adı yine Dostlar Tiyatrosu kaldı ama artık Genco Erkal tiyatrosu oldu. Öylece de devam ediyoruz, 2019'da ellinci yılımız olacak.
-Neler geçti Dostlar Tiyatrosu'nun başından bu elliye yakın yılda? Ne badireler atlattınız?
-Bir kere yargılanma var. Oyunlarımızın bir kısmı yargılandı. Çok şükür hiçbir yerde mahkum olmadık, hep aklandık sonunda. Sonra, özellikle bu sıkı yönetim dönemlerinde, sahne verilmemesi, oyunların engellenmesi problemi var. "İstanbul'da ne yaparlarsa yapsınlar ama Anadolu'ya geçmesinler." diye yollarımız kesildi mesela. Onun dışında Fethiye'de Azizname oyununu oynarken açık hava tiyatrosunda bombalandık Molotof kokteylleriyle. Erzurum'da, Alpagut Olayı'nı oynayacağımız gün imam öğle namazında "Bunlar İstanbul'dan Stalin'in doğum gününü kutlamaya geldiler." diye konuşmuş. Orada taşlı sopalı bir grup tiyatronun etrafını çevirdi.
-Son on beş senedir durum nasıl?
-Son on beş senedir nispeten daha rahatız diyeceğim ama beş senedir, özellikle Gezi olaylarından sonra yine başladılar uğraşmaya. Muammer Karaca tiyatrosunu kapatıp oradan attılar bir bahaneyle. Ondan sonra yine aynı yıl Kültür Bakanlığı desteğini kestiler ki biz bu yardımı Kenan Evren döneminde dahi almış bir tiyatroyuz. Hatta onunla da kalmadılar, artık AKP'li belediyelerin hiçbirisinin salonuna giremiyoruz. Onun için hiçbir zaman bize rahat yok galiba.
-Şu an Dostlar Tiyatrosu'nun hem sahibi hem yönetmeni hem çevirmeni hem de oyuncususunuz. Özel tiyatro yapmak zaten zorken bir de bütün bunları aynı anda yapmak zor olmuyor mu?
-Vallahi alıştım işte artık. Eskiden "Hem oynayıp hem yönetmek olmaz, yönetmenin karşıdan bakması lazım." diyordum. Bir yol buldum, asistanım vardı, benim yerime oynuyordu. Ben bazı günler yönetmen olarak yer alıyordum, bazı günler oyuncu olarak bulunuyordum, işte videoya alıyorduk bilmem ne yapıyorduk, zor işler ama alıştım. "Koşullar bunu gerektiriyorsa böyle olacak." diyorsun. Yavaş yavaş kafan öyle çalışmaya başlıyor. Tiyatro benim için bir bütün, aklıma bir proje geldiğinde dekoruyla sahnelemesiyle beraber geliyor.
-Dostlar Tiyatrosu'nun misyonunu ne olarak görüyorsunuz?
-Biz her zaman kurulu düzene karşı bir tiyatroyuz. Bu sadece ülkemizde değil, biz dünyanın düzenine de karşı bir tiyatroyuz. Önemli bulduğumuz sorunlara değinen, bir tartışma ortamı yaratan, bazı konularda insanları düşünmeye çağıran bir yapımız var. Böyle olunca tabii, Nazım gibi, Brecht gibi, Aziz Nesin gibi, Can Yücel gibi yazarlar çok işimize yarıyor. Belgesel tiyatroya (Sivas 93 gibi) çok önem veriyoruz. Bazı konulara insanların ilgisini çekmek istiyoruz.
-Ben bugüne kadar beş oyununuzu izledim ve bunların her birinden sarsılarak içim umut dolu olarak çıktım. Bu oyunlarınızın bendeki yansıması tabii.. Peki sizin seyircide uyandırmaya çalıştığınız duygular bunlar mı gerçekten?
-Evet, sarsma konusu tabii her zaman var, "Öyle bir şey yapalım ki buradan çıkınca seyirci unutmasın, düşünsün, başkalarıyla tartışsın, o konu üzerine araştırmalar yapsın, ne bileyim Nazım'ın şiirlerini okusun, Brecht'i araştırsın..." düşüncesi hep hakim. Ama bu umut meselesi yeni yeni oluşmaya başladı. Son yıllarda genel olarak toplumda öyle bir karamsarlık, bezginlik, aydın kesim için öyle bir yenilgi duygusu var ki şimdi şimdi "Tiyatronun en önemli işlevi seyirciye umut aşılamaktır." diye düşünüyor hale geliyorum. Ben de umutsuzum. Bu oyunları oynarken önce kendime umut aşılıyorum ki sonra o umutları seyirciye verebileyim. Oyundan çıktıktan sonra insanlar yanımıza geldiğinde herkesin gözünde o pırıltıyı görüyorum. "Oh bu oyun bize iyi geldi, kendimi çok kötü hissediyordum." diyorlar.
-Şu anki seyirciden memnun musunuz? Ne düşünüyorsunuz günümüz tiyatro seyircisi hakkında?
-Ben memnunum. Çok ilgi var, o sevindiriyor beni. En önemlisi salonlarımız doluyor. Yani bir iş yapıyorsunuz, çok emek veriyorsunuz, uğraşıyorsunuz ama o karşılığı görmezseniz boşuna çalışıyorsunuz demektir. Bizim yaptığımız iş beğeni görüyor, özellikle gençler tarafından akın oluyor salonlara. Normalde tiyatrolara gittiğimde atraktta bakıyorum, gençler yok ortada. Paris'te, Londra'da, New York'ta da aynı bu durum. Bizde de aynıydı. Sivas 93 oyunuyla beraber, altı yedi yıl önce kaderimiz döndü bu açıdan. Oradan itibaren genç seyircinin merakı çok arttı. Ben orada anladım ki gençlerin beklediği işleri yaptığınız zaman onlar tiyatroya geliyorlar. Gençler gelmiyorlarsa onları getirecek iyi bir iş yapılmıyor demektir. Bizim Sivas 93'ten itibaren, işte Marx'ın Dönüşü olsun, Nereye Gidiyoruz? olsun seyircimiz katlanarak arttı. (Tahtaya vuruyor.) İyi gidiyoruz yani.
Nazım Hikmet Oratoryosu
-İyi işlerden bahsettiniz aklıma hemen Nazım Hikmet Oratoryosu geldi. Senede birkaç defa oynuyorsunuz ve inanılmaz beğeniliyor, talep görüyor, insan seli oluyor adeta. Nereden çıktı bu proje?
-2002 yılı Nazım'ın 100. doğum yıl dönümüydü. Bir yıl öncesinden o dönemin CHP'li Kültür Bakanlığı müsteşarı önemli Türk bestecilerine önemli Türk yazarlarıyla/şairleriyle ilgili bir proje ısmarlama fikrini atıyor ortaya. Birisi Mevlana yapsın, birisi Nazım Hikmet yapsın vs. şeklinde konuşuluyor bu. Fazıl Say'a da "Nazım'ı sen yapar mısın?" diyorlar. Fazıl da o sırada New York'ta yaşıyor. Ona sorduklarında tuhaf bir şekilde "Yaparım ama Genco Erkal'ı isterim." demiş. Bunu bana söyledi müsteşar, şaşırdım kaldım, "Yurtdışında yaşıyor bu adam, beni nereden tanıyor?" dedim. Ben de onun CD'lerini dinliyorum o sıralar, çıldırıyorum, baştan sona bir daha bir daha dinliyorum. "Vallahi Fazıl beni ne için, hangi koşullarda istiyorsa gelir yaparım, açık kart veriyorum size." dedim. Sonra mailleşmeye başladık, işte proje şu şu şiirlerden oluşacak filan diye. O mesela ilk giriş için bence Nazım'ın kuru didaktik, slogancı, neredeyse ısmarlama yazılmış bir şiirini seçmişti. Ben Kerem Gibi'yi önerdim, kabul etti. Sonra AKM'nin piyanolu küçük bir salonunda biz buluştuk, Fazıl bana okuyacağım şiirlerin altında çalacak müzikleri çaldı. Başladı, belki daha bir dakika bile olmadan ben yapacağımız şeyi orada gördüm, tüylerim diken diken oldu. Sonrasında da o duygum beni hiç yanıltmadı. Bu da artık hit oldu, klasik müzik alanında hiçbir besteciye kısmet olmayan bir başarı yakaladı.
-Eminönü'ndeki Ali Paşa Han'ı tiyatro salonuna dönüştürmek gibi müthiş bir iş yaptınız. Çok sürmedi ama harika bir işti. Arkasındaki hikaye neydi Ali Paşa Han'ın?
-Biz Muammer Karaca tiyatrosundan atıldık, mekansız kaldık. Sonra bu Ali Paşa Han'ı bulduk, orada tiyatro yapalım dedik. Bir de benim böyle tarihi mekanlara falan çok merakım vardır. Turistik gezilerde bile bir antik tiyatro görürsem hemen sahneye çıkıp bir şiir okumak, bir oyundan bir pasajı oynamak isterim. Kaş'taki, Pamukkale'deki tiyatrolarda filan hep böyle oynadım ben. Ali Paşa Han'ı da öyle yaptık. Orası benim gözümde Bursa Cezaevi'nin doğal dekoru gibiydi benim gözümde. Oyunu oraya göre yazdım. Yani mekana göre oyun yapıldı. Sonra ailevi bir anlaşmazlık, bir çatışma yüzünden orada tiyatro yapamaz hale geldik. Sonra, "Ben duramam, yazın başka bir yer bulmalıyım." diye dolaş dolaş Kadıköy Lisesi'ni bulduk. Şimdi orada da başımız belaya girdi, bu sene yine başka bir yer açacağım.
-Hiçbir zaman yılmıyorsunuz galiba. Tiyatrolardan atılıyorsunuz, yenisini buluyorsunuz, sürekli yeni şeyler üretmeye çalışıyorsunuz. Türkiye'nin birçok farklı şehrinde oyunlar oynuyorsunuz, artık tiyatroyu bile neredeyse tatile sokmuyorsunuz. Nereden geliyor bu enerji?
-Vallahi ben çalışmayınca mutsuz oluyorum, çalışmam lazım. Benim en büyük mutluluğum izleyiciyle karşı karşıya gelmek, onlara umut aşılamak, onlarla oyundan sonra sarmaş dolaş olmak, fotoğraf çektirmek... O zaman yorulmuyorum. Senelik ortalama yüz altmış oyun oynuyoruz son yıllarda. Aslında program çok ağır, hafifletmem lazım ama dayanamıyorum, gel deyince gidiyorum nereden çağrılırsam.
-Şu sıralar referandumla ilgili "Hayır" kampanyasına destek için sizin sesinizden bir kayıt dolaşıyor. Sizin böyle bir yol gösterici duruşunuz da var. Güncel olaylara karşı etkinizi nasıl değerlendiriyorsunuz?
-Biz böyle güncel mesaj vermeye Gezi olaylarıyla beraber Ali Paşa Han'da oyun sonunda pankart çıkartarak başladık. "Nazım Gezide" diye bir pankarttı o. Baktık çok güzel oluyor, ondan sonra her fırsatta bir mesaj vermeye başladık. Şimdi de mesajımız "Hayır". Bu hayır meselesi, bu referandum bence çok önemli. Her seferinde aynı şeyi söylüyoruz, köprüden önce son çıkış diyoruz ama bu gerçekten son artık. Öyle bir dönemeç ki bu eğer burada da yenilirsek artık bu ülke iflah olmaz ben buna inanıyorum. O yüzden elimden gelen her şeyi yapacağım. Bu videodaki kayıt Borchert'in bir şiiriydi. Bana çok sürpriz oldu. Hiç hatırlamıyorum çünkü nerede kaydettiğimi, kimin için kaydettiğimi falan. Birden bastım "play" tuşuna, "Yahu bu benim sesim." dedim, "Birisi benim sesimi mi taklit etti?" diye düşündüm. O kayıt bu kampanya için doldurulmuş bir şey değildi. Beş altı yıl öncesine ait bir kayıttı.
-Son olarak izleyicilerinize, sevenlerinize, bu röportajı okuyacak olan insanlara ne söylemek istersiniz?
-Vallahi şu an bir tek şey bekliyorum o da "Hayır" demeleri. Gerisini sonra konuşuruz. Önce yeter ki şu referandumu hayırlı bir şekilde geçirelim. (Gülüyor)
Merhaba sevgili okuyucular, çok uzun süredir okulum/işim dolayısıyla blogdan uzak kaldım ve uzun süre önce yapmamıza rağmen bu röportajı ancak yazıya geçirme fırsatım oldu. Belki bu kadar çok ara verdiğim için belki de röportaj gerçekten çok içime sindiği için yazarken çokça heyecan duydum. Bundan sonraki süreçte niyetim düzenli olarak ayda en azından bir iki yazı yazmak yahut röportaj yayımlamak ama zaman ne getirir bilinmez tabii.
Bu röportajımız benim için çok özel bir insan olan ve hayranı olduğum sanatçı Nazan Kesal ile. Kendisiyle belki bir filmde, belki bir dizide ama mutlaka harikalar yaratırken karşılaştınız daha önce. Biz ise hepimizin yaşadığı sanatçı/izleyici diyaloğunu bir adım ileriye götürüp sanatçının penceresindeki dünyayı size elimizden geldiğince yansıtmak istedik. Kendisiyle ileri oyunculuk dersi verdiği Bahçeşehir Üniversitesi'nde buluştuk ve kendisinden kariyerine, sektöre bakışına, oyunculuğa dair yol gösterici cevaplar aldık. Umarım sizler de beğenir ve sohbetimizden payınıza düşeni alırsınız.
Nazan Kesal:
1969 Manisa doğumlu olan sanatçı, İzmir Dokuz Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Tiyatro Oyunculuk Bölümü mezunudur. Kariyeri boyunca Diyarbakır Devlet Tiyatrosu, Bursa Devlet Tiyatrosu, Ankara Sanatevi Tiyatrosu, Tiyatro Ayna gibi pek çok tiyatroda oyunculuk ve yönetmenlik yaptı. Sinema alanında Uzak, İklimler, Saç, Vicdan, Toz Bezi gibi filmlerle adından söz ettirmesinin yanında üç de Altın Portakal ödülüne sahip oldu. Televizyon alanında ise Kayıp Şehir, Bugünün Saraylısı gibi projelerle ekranlara geldi.
-Biraz önce sohbet ederken "İnsanlar beni tanımasınlar, bilmesinler; benim böyle bir isteğim yok, böyle bir ihtiyacım yok." dediniz. Niye böyle düşünüyorsunuz?
-Bizim işimiz seyirciye yaptığımız bir iş, vitrinde duran insanlarız. Doğası gereği tabii ki seyirci üzerinden tanınmak, tanınır olmak kavramlarıyla karşı karşıya kalıyoruz. İşi doğru yaptığın zaman seyirciye ulaşmak anlamında bir sakınca yok ama bu işi yapan, oyuncu olan insanlar bu amacın dışında; yani işi doğru, layıkıyla yapmanın dışında sadece daha popüler olmak adına, daha tanınır olmak adına, daha ünlü olmak adına birtakım işlerin içine giriyorlar ve bu tip insanların ürettiği işler de açıkçası çok heyecan verici olmuyor. O anlamda bu bizim işimizin bir tuzağı gibi dursa da bunu yönetmek oyuncunun elinde olan bir şey. Yani biz seyirciye bir iş yapıyoruz ama seyircideki alkış aslında bizim çok büyük bir tuzağımız. Çünkü o alkış ne kadar yükselirse sana kendini çok iyi hissettirecek bir alkış. Fakat hiçbir zaman"iyi olmak" diye bir kavram yok ki bu işin doğasında. Ben ne oynarsam oynayayım mutlaka eksiktir o; mutlaka daha yapılması gereken, katılması gereken ekstra özellikleri varmıştır o karakterin.
Bir de bir oyuncunun "Tamam artık, ben bu işi çok iyi biliyorum." duygusu, rahatlaması seyirciye geçtiği zaman popülarite peşinde olan, ürettiğiyle değil de adıyla, sanıyla, namıyla ilgilenen oyuncu durumu oluyor. Hatta yolda sokakta tanınmadığı zaman rahatsız oluyor. Bende tam tersi işte, ben de tanınmaktan rahatsız oluyorum çünkü ben bir aracıyım yani ben yapıtla seyirci arasında bir aracıyım. Dolayısıyla kendimi ne kadar yok edebilirsem, ne kadar az tanınırsam, ne kadar oynadığım karakter üzerinden seyirci ilişki kurarsa ben o oranda başarılı olabildiğine inanan bir oyunculuk anlayışına inanıyorum.
-Peki sizin aradığınız, beklediğiniz nedir oyunculuktan?
-Bir şey ya iyidir ya kötüdür aslında. Bu, o kadar köşeli mi diye düşünürsek sanat yapıtlarında o kadar da köşeli değildir aslında. İyi film vardır, iyi oyuncu vardır, kötü oyuncu vardır. Yani bir oyuncu iyiyse kötü oynama şansı çok fazla yok. Dolayısıyla iyi olanın kokusunu almak, iyi olanın peşinden gitmek çok zor bir şey değil. Bunun için kriter aslında insanın kendisi: Kendi biriktirdikleri, kendi okudukları, izledikleri, kendi estetik anlayışı, kendi sanatçı duruşu... Böyle bir tablonun içinde bir oyuncunun gidip de hiç inanmadığı bir şeyde sırf çok para veriyorlar diye oynayacağını ben düşünmüyorum. Derdi olan oyunculardan bahsediyorum tabii.
Bendeki kriter birkaç bileşenin bir araya gelmesiyle oluşuyor yani sadece senaryonun var olması -ki senaryo çok önemli bir şey- yetmiyor. O senaryo iyi çekilirse ortaya çıkar, iyi oynanırsa ortaya çıkar, iyi görüntü dili varsa ortaya çıkar, iyi yapımcısı varsa ortaya çıkar. Yani bu bileşenleri bir arada bulmak çok zor işte, çok ender olarak karşı karşıya kaldığımız bir şey. Bunları kolluyorum ben aslında. Çünkü bana heyecan vermeyen bir şeyin ben seyirciye heyecan vereceğine inanmıyorum. Seyirci benim enerjimi takip ediyor. Ben ancak yükselirsem ve tılsımlanırsam o rolle, seyirciyi o zaman o tılsımın içerisine çekebilirim diye düşünüyorum.
-Benim kişisel olarak size en çok hayran olduğum yönünüz siz bir rolü oynamıyorsunuz, yaşıyorsunuz. Kayıp Şehir'deki Meryem karakteri Nazan Kesal değildi bana göre. Nasıl başarıyorsunuz bunu?
-Ne güzel, bak ben bunları duymaktan hoşlanıyorum işte. Demek ki doğru bir yoldayım. Mesela yolda, sokakta hiç kimse tanımıyor ve çok hoşuma gidiyor, çok özgürleştiriyor bu beni. Çünkü o, benim bir sonraki karakterin, rolün önüne geçmediğimi gösteriyor. Yani seyirci beni değil; ürettiğim, oluşturduğum, var ettiğim karakterin peşine gitmiş. Bu çok güzel bir şey.
Bu nasıl oluyor diye soruyorsan, bu sanata bakışınızla alakalı bir şey, yaşamdaki duruşunuzla alakalı bir şey, oyunculuktan beklediğiniz ve seyirciye iletmek istediğiniz meseleyle alakalı bir şey, manifestoyla alakalı bir şey. Yani kendinize ait bir manifestonuz yoksa hayat içerisinde o zaman ortaya karışık şeyler çıkıyor. Yani şimdi ben bunu böyle olsun istediğim için böyle oluyor. Tanınmak istemediğim için seyirci rolle ilgileniyor ve benimle ilgilenmiyor. Çünkü ben bunu böyle kurdum, böyle hissediyorum ve hissettiğim biçimde de seyirciye yansıtıyorum. İnanç olarak da oyunculuk meselesine yaklaşıp soruyu biraz daraltırsam ben taklitten hiç hoşlanmayan bir oyuncuyum. Birtakım metotlar var dünya sinemasında ve oyunculuk anlayışında. O metotların içerisinde oyuncuyu role hazırlayan birilerinin söylediği bir sürü bir şeyler var. Fakat benim için aslolan, heyecan verici bulduğum nokta: Benim de Nazan Kesal olarak yaptığım şeye dışarıdan bakabildiğim, yazarın eserindeki karakterle benim aramda, yazarın da benim de çok iyi tanımadığımız yeniden bir insan ortaya çıkarabilmek. Yani ben onlara hiçbir zaman rol diye bakmıyorum, insan diye bakıyorum. Meryem bir insan, işte Üftade bir insan ya da fimlerde oynadığım karakterler birer insan. Eğer ben o yüklemeyi yapmazsam onlara; çok klişe, çok karton, herkesin çok sık karşılaşabildiği, inandırıcılıktan uzak ve gerçeklikle hiç alakası olmayan figüratif şeyler çıkar ortaya. Oysa ben herkesin bu dünyada derinliği olduğunu düşünüyorum. Yani dipsiz bir kuyu gibidir insan, derinlere daldıkça neler neler çıkar, karakterlere de öyle bakıyorum. Ezberleyip çıkmak oyunculuk değil ki hiçbir zaman benim için böyle olmadı.
-Sıkça hayır diyor musunuz gelen projelere rollere bakarak? -Rollere bakarak hayır demiyorum; o işin bütününe bakarak hayır diyorum. Bazen rol hoşuma gidiyor ama o bütündeki tablo hoşuma gitmiyor, büyük resim hoşuma gitmiyor. O yüzden rolü sevsem bile o büyük resmin içerisinde olmak istemiyorum. Yani burada beni durduran da tabii ki benim değerlerim.
-Peki tam tersi bir durum söz konusuysa; yani çok hoşunuza giden bir projede iyi yazılmamış bir karakter teklifi alsanız ne yaparsınız? -O karaktere evet derim çünkü onu başka türlü ete kemiğe büründürecek cesaretim var diye düşünüyorum. Orada yönetmenle çalışırım, karakterin eksikliklerini onunla tamamlarım. Bir de bizde hep vardır ya ezber mantığı, yani işte ezberlediğin sürece sınavlarda başarılı oluyorsun vs. Aslında oyunculukta da bu böyle. O kadar şey öğretiliyor ki hani "Ezberledin mi bu iş tamam!" gibilerinden. Bu işin en kolay kısmı ezberlemek halbuki. Ne var ki yani oturacaksın ve hatmedeceksin. Mesele ezberlemek değil, ezberi oynamak da değil. Mesele orada sizi de yazarı da şaşırtan yeni bir doğum gerçekleştirmek.
-Sizinle alakalı hissettiğim bir şey var: Bence siz, yer aldığınız projeler itibariyle sektörün içerisinde boğulmamış bir oyuncusunuz. Bu anlamda ben sektöre biraz uzaktan bakabildiğinizi, eleştirel olarak yaklaşabildiğinizi düşünüyorum. Öyle mi gerçekten?
-Evet. Bunu yapabilecek hem yaştayım hem akıldayım hem de birikimdeyim, o yüzden de çemberin içindeyken, onu komplike yaşamadım hiçbir zaman. Yani hani var ya şimdi bir dizide oynuyorsun, o diziyi çekerken magazin gazetecileri seni bir yerde buluyor. Niye beni bulmuyor mesela? Anlatabiliyor muyum, yani bunda biraz karşılıklı bir alışveriş var. Ben bile isteye böyle olmak istiyorum çünkü ben özgürlüğünü çok seven bir insanım. İyi bir şey bu uzaklık.
-Bundan sonrası için de böyle uzak mı kalmayı tercih edeceksiniz? Hep belirli bir kalitenin üzerindeki sanat filmlerinde; Nuri Bilge Ceylan ve Zeki Demirkubuz projelerinde mi göreceğiz sizi?
-Yani onlarla çalışmak tabii beni çok besledi, benim sinemaya bakış açımı güçlendirdi, destekledi; onların filmlerinde yer almak sinemanın gerçek bir sanat olduğu yönündeki hissiyatımı güçlendirdi. Beni bugün bıraksanız ben yine bir sanat filmi peşinde koşarım ama şu anda belki de biraz daha altın tepside istiyorum bazı şeyleri. Bu şu demek değil, çok deneyimli bir yönetmenle çalışırım başka birisiyle çalışmam, bu değil. İlk filmini de çekiyor olsa ben o yönetmenle çalışırım ama ne istediğini bilen bir senaryo, ne istediğini bilen görüntü dili bekliyorum. Çünkü sinema yapmak çok zahmetli bir iş. Geceniz gündüzünüz birbirine karışıyor ve gerçekten para kazanmıyorsunuz. Para kazanmadığım için de söylemiyorum bunları, velev ki kazanmayayım ne olacak? Ama o film Türkiye sinemasına bir katkı sağlasın, bu benim alacağım paradan çok daha değerli bir şey, ben böyle bakıyorum olaya.
Birkaç sene önce popüler sinemaya, gişe sinemasına çok daha mesafeliydim. Hatta bu yaz için bir gişe filmi teklifi geldi, ilk anda "Nasıl yani, bana bunu nasıl teklif ederler? Ne oldu, neyi yanlış yaptım?" diye düşünürken çok görmek istediklerini söylediler "Tamam, bir bakayım senaryoya." dedim ve bayıldım senaryoya. Gişe sinemasına dair birtakım ön yargılar duyarken buldum kendimi. Çok ayırt etmek iyi bir şey değil. İyi bir şeyse, iyi bir sinema duygusu varsa gişe veya bağımsız fark etmez, oynamak gerek. Şu da acı veren bir taraf tabii bunu da itiraf edeyim, siz çok yüksek sanat yaparak bir film çekiyorsunuz, festivallerde dolaşıyor, bilmem ne kadar ödüller alıyor ama seyirciye son derece uzak ve seyircinin seyretmediği bir şey yapıyorsunuz. Seyirciye yaklaştığınız zaman da sinema 7. sanat olmaktan uzaklaşıyor, böyle de bir çelişki var tabii. Oscar Wilde'ın bir sözüne çok inanıyorum ben: "Sanat yapıtı seyirciye inmez, seyirci o sanat yapıtına yükselir."
-"Sanat için sanat" gibi mi biraz?
-E tabii. İşte "sanat için sanat"ın amacına ulaşabilmesi için de halkın kültürel ve sanatsal anlamda zemininin çok dolu olması lazım. Eğer öyle bir doluluk varsa hiçbir zaman "sanat, sanat için mi toplum için mi" diye bir soru sormayız yani.
Aslında biraz böyle bir öz eleştiri içerisindeyim bu dönemde. Sanat filmlerinin seyircisiz olması yönetmenin kabahati değil, bir yerde izleyicinin de kabahati değil. Bu böyle yüzyıllardan beri Türkiye toplumuna atfedilen bir şey diye düşünüyorum. Yani sanatla beslenmiş, sanatla yoğurulmuş, sanatla büyütülmüş bir toplumdan gelmiyoruz. Dolayısıyla da sizin ürettiğiniz şeyin sanat olduğunu idrak edip bunu ayakta alkışlayacak bir toplumumuz yok yani.
-Farklı roller oynamak gibi bir isteğiniz var mı genel olarak?
-Yok mu sence? Ben aynı rolleri oynarsam sıkılırım. Kendi cebimdekiyle bile oynamam, bildiğim şeyle oynamam. Beni şaşırtması lazım, bana heyecan vermesi lazım derken bunu kastediyorum. Bu bir yolculuk çünkü. Mesela hiç gitmediğiniz bir ülkeye gidersiniz ve o ülke size ne kadar heyecan verici gelirse hiç tanımadığınız bir insanı ortaya çıkarmak da o kadar heyecan verici bir şey. Tanıdığım kişileri sürekli oynamak ne kadar tuhaf bir şey yani. Maalesef bizde oyuncu tarifini bu anlamda biraz dar bir açıdan yapıyorlar. O yüzden böyle hep bir oyuncuyu görüyorsun ne oynarsa hep aynı: Peruk da taksa aynı, hırka da giyse aynı, şalvar da giyse aynı. Niye aynı? Çünkü felsefesini değiştirmiyor. Öyle olunca da bir izleyici olarak ne izlesen hep aynı şeyi izlemiş oluyorsun.
-Beraber çalıştığınız yönetmen ve oyuncuların ortaya çıkan rolde etkisi nedir peki? -Yani bu bir yansıma işidir aslında, partnerinizle beraber büyür o sahne. Tek başınıza bir hiçsinizdir. Siz ağzınızla kuş da tutsanız, partneriniz bunu görmüyorsa bir şey ifade etmez o. Ben bu açıdan hep çok şanslı oldum. Oyun alışverişi açısından, oyunculuğa bakış açısından hep ayrı pencerede baktığım insanlarla birlikte üretimlerin içerisine girdim o yüzden de hiç zorlanmadım, zorlamadığımı da düşünüyorum. Çünkü almayı çok sevdiğim için vermeye de çok yatkın bir insanım.Sonuçta bu bir alışveriş, sen bir defa "Bu sefer ben vermiyorum." dersen sen de yanarsın o sahnede(Gülüyor.) O açıdan kendimi şanslı azınlıktan hissediyorum. Çünkü hep mutlu olarak setlere gittim geldim yani.
-Televizyon işleri konusunda ne düşünüyorsunuz peki? Yani sektörde işin en ticari tarafı televizyon olduğu için bu alandan uzak durabiliyor oyuncular.
-Ben hiç uzak durmuyorum. Televizyon Türkiye'de ticari anlamda daha güçlü, daha sektör olmuş bir yapı sinemaya oranla. Çünkü dizilerin Ortadoğu'ya ve dünyanın birçok yerine bu kadar yüksek paralarla satılıyor olması geri dönüş anlamında da burayı sirküle eder hâle geldi. Ben orada olmayı seviyorum çünkü benim seyirciyle buluşabildiğim bir yer. O yüzden benim için televizyon seyircisi çok değerli. Tabii bir sorumluluğum da var benim seyirciye karşı. Hani kötü bir karakter de oynasam onu çok kötü oynamalıyım, hakkını vermeliyim duygusu var. O anlamda da sorumlu hissediyorum kendimi.
-Televizyonda yapılan işleri, projeleri kaliteli buluyor musunuz peki?
-Yani kalitelisi de var kalitesizi de var. Alıcı bir kere çok değişken olduğu için... Kaliteli alıcı da var kalitesiz alıcı da var. Bir tane toplum yok ki yani bir tane şeyden hoşlansın.
-İşin aynı zamanda mutfağındasınız. Gençlere, yeni yetişenlere bir şeyler öğretmeye çalışıyorsunuz, bunu başardığınızdan da eminim. Nasıl bir his peki bu? -Vallahi burada, Bahçeşehir Üniversitesi'nde, ileri oyunculukta gençlerle buluşmak bana heyecan veriyor, haftada bir gün burada ders veriyorum. Yani genç nesli anlamak lazım. Hangi yazarda okumuştum bilmiyorum "Gençlik bir hastalıktır." diyordu. Şu anlamda bir hastalıktır: Hayatın zorluklarıyla karşılaşmaya başladığın ve direnç gösterebilme şansının çok da yüksek olmadığı bir dönemdir, insan ömrünün en zor yıllarıdır. Belirsizlikler vardır mesela: Ne iş yapacak, para kazanacak mı, evi olacak mı, çocuğu olacak mı gibi bir sürü şey. Dolayısıyla bu yaştaki oyuncu adaylarının hezeyanlarını ben anlayabiliyorum. Çünkü bir şey dayatılıyor: Oyunculuk çok flaş bir iş, yıldızı olan bir iş, alkışı bol bir iş, o kadar albenisi olan bir iş ki aslında oyunculuk kendi içerisinde bunu böyle sunmasanız da gerçekten insanı rehabilite eden de bir tarafı var. Ama işte bunu doğru kodlamak lazım. Siz niyeti tamamen oyunculuğun bu yönlerine endeksli olan insanlara oyunculuğun ne olduğunu anlatamazsınız. Aslında şöyle bir şey: Bir rolü çalışmayı öğrenmenin dışında, hayat içinde farkındalık yaratma sanatı aslında oyunculuk. O kişide kendisine, topluma ve dünyaya dair bu farkındalığı yarattığınız zaman onun içerisinden şu veya bu rolü çıkarmak çok eğlenceli oluyor. Önemli olan o kişideki farkındalığı yaratmak.
-Bir hayaliniz var mı mesela oyunculuğa dair?
-Hayalden ziyade "Olsa fena olmaz" dediğim şeyler var. Bazı oyuncular var mesela dünya sinemasında, "Şununla da oynasam ne güzel olur." dediğim: Juliette Binoche, Isabelle Huppert; eğer yaşasaydı Marlon Brando, Anthony Quinn gibi. Onların auraları onların enerjileri bana çok özel geliyor. İkisini bilemem çünkü vefat ettiler ama diğer ikisiyle, belli mi olur, belki oynarım, dünya küçük.
-Son olarak seyircinizden veya hitap ettiğiniz kitleden beklentiniz nedir diye sormak istiyorum.
-Hiçbir beklentim yok.
-Memnun musunuz yani şu anki vaziyetten?
-Değilim ama hiçbir şey değişmeyecek toplumsal olarak. Yani bir tarafıyla çok sevdiğim bir toplum aslında ama şüphe eden bir toplum değiliz, razı olan bir toplumuz. Dönüştürmeye, değiştirmeye çabamız ne kendi hayatlarımız için ne de birbirimizin hayatları için var. Sıkıntısı olan bir kumaşla iyi bir elbise dikemezsiniz. Bu yüzden de böyle bir seyirci tarifi yaparsam ütopik bir tarif yapmış olurum, ben o anlamda ulaşamayacağım hayalleri çok sevmiyorum.
Tiyatro benim için hep ayrı, hep başka bir sanat olmuştur. Diğer altı sanat bir yana; tiyatro, izlerken hep başka türlü heyecanlara gark etmiştir beni. Eminim ki pek çok tiyatro sever için de bu böyledir. Maalesef ülkemizde tiyatronun hâli hepinizce malum. Özel tiyatroların ödenekleri bir bir kesilirken kurum tiyatrolarının eli kolu bağlanıyor ve her nevi tiyatroya vergi üzerine vergi bindiriliyor. Zaman geliyor, tiyatrocular sahnelerinden koparılıyor ve işsiz bırakılıyor. İktidar mücadelesinden, sosyal çalkantılardan nasibini ilk alan her zaman tiyatro oluyor. Sansür, baskı, yıldırma politikaları yetmiyormuş gibi bir de seyircinin ilgisizliğine maruz kalıyor. Yani tiyatroyla ilgili ne varsa hep üzücü şu sıralar...
Bütün bunlara rağmen, ilgililerin hatırlayacağı gibi, geçtiğimiz sezon sonunda Bakırköy Belediye Tiyatroları'nda çok sevindirici gelişmeler yaşandı. 59 oyuncunun sözleşmelerinin askıya alınmasıyla ve sezonun ilgi çeken oyunlarının programdan kaldırılmasıyla tepki toplayan Bakırköy Belediye Tiyatroları'na yine BBT'nin duyarlı tiyatrocuları el attı ve bu gidişata bir "Dur!" dedi. Bir tiyatro devrimiyle BBT'nin kaderini eline alan bu değerli oyuncular, en sonunda istedikleri genel sanat yönetmenliği seçimini elde etmeyi başardılar.
Bu sürecin bayraktarları arasında; seçim sonucunda "Bakırköy Belediye Tiyatrosu Genel Sanat Yönetmeni" ünvanını elde eden, hepinizin yakından tanıdığı başarılı sanatçı Alican Yücesoy da var. Sarı Sokak Lambaları olarak biz de süreç hakkında daha iyi bilgi sahibi olabilmek ve bu değerli sanatçıya sorularımızı yöneltmek için kalktık ve Bakırköy Belediye Tiyatroları'na gittik. Son derece doyurucu bir sohbet gerçekleştirdik ve bunun sonucunda güzel bir röportaj çıktı ortaya. Umarım sizi de tatmin eden bir röportaj olmuştur. İyi okumalar!!
-Konservatuvarla aynı zamanda Bakırköy Belediye Tiyatroları'na da giriyorsunuz. Hatta tiyatroya girişiniz daha önce galiba. Nasıl oldu da bu ikisi beraber olabildi? -Aralarında böyle bir aylık filan bir zaman olması lazım aşağı yukarı.Ben aslında okulda sınava girmiştim. Sonra işte girdik, kazandık sınavı. Okulun başlamasına belli bir zaman vardı. Ben Bursa'da yaşıyordum işte, sonra Bursa'ya döndüm. Döndükten üç gün sonra beni arayıp "Bakırköy Belediye Tiyatrosu'nda bir audition yapılacak; hoca senin de katılmanı söyledi, git katıl." dedi bana Adnan Tönel, hocanın o zamanki asistanıydı bizim okulda. Ben de bayağı mutlu mutlu geldim, burada auditiona katıldım. Çok güzeldi tabii, bir sürü insan vardı auditiona katılan; çoğu mezundu tabii haliyle. Melih Kibar, Selçuk Borak, Turgay Kantürk bunlarla böyle bir audition yapıldı. Tabii ben daha antrenmanlıydım daha yeni bir sürü sınava girmiş biri olarak. Sonra işte burada başladım "Kuzguncuklu Fazilet" diye bir oyunla. Daha doğrusu provasına başladım; o oyun çıkmadı hiçbir zaman. Çünkü birazcık sakıncalı bulundu herhalde o dönem için. Biraz böyle Aşkale falan o hikâyeleri anlatıyordu, biraz sürgünü anlatıyordu, insanların ihraç edilmesini anlatıyordu biraz; tabii böyle hicivle. Müzikaldi. Çok güzeldi, çıkma noktasına kadar çalışıldı her şey; dansları, şarkıları her şey harikaydı. Benim için iyi bir ilk deneyimdi. Diyorum ya: Selçuk Borak'ın koreografi yaptığı, Melih Kibar'ın müziklerini yaptığı, hepimizi tek tek çalıştırdığı çok güzel bir deneyimdi.
O oyun çıkmadı ama ben işte başka bir oyunda figürasyon yaptım falan yani işin her aşamasını görerek, bilerek, aynı zamanda özel tiyatroda da çalışıp, bir yandan okula devam edip falan böyle gelişti aslında.
-Ondan sonra, belki siz kabul etmeyeceksiniz ama, hızlı ve bugünlere kadar süren bir yükseliş gösteriyorsunuz.
-Bence her şey aynı. Bana her şey aynı gibi geliyor. Ne bileyim, aynı yerde duruyor işte her şey. Hani ivme kazanıp bir şey yapmış gibi hissetmiyorum. Yeni başlamış gibi hissediyorum hatta çoğu zaman. Sadece saçma sapan fikrim olduğunu filan düşünüyorum bazen o kadar, yani onun dışında öyle ekstra bir şey gelişmedi.
-Saçma sapan fikirler derken senaryo yazmak anlamında mı?
-Yok,yok. Bir sürü şeyle ilgili. Yani senaryo yazmak bunların en sonunda filan yer alıyor olabilir. Ne bileyim işte hayatla ilgili falan filan, öyle şeyler...
-Rollerinize baktığım zaman çok farklı karakterlerle karşılaşıyorum: Şubat var mesela, Adanalı'daki Tilki Timur karakteri var, Son Osmanlı:Yandım Ali filminde Atatürk rolü var, İntikam dizisinde bambaşka bir karakter... Bu siz istediğiniz için mi böyle oluyor yoksa öyle mi denk geliyor? -Yani tabii ki tercih bu yönde ama şöyle bir şey var, bana roller farklı gelmiyor aslında. Kendi tercihim şu noktada başlıyor birazcık: Benim aynı şeyi yapmakla ilgili sıkıntım var. Bunu zaten yaptım, bir daha aynı şeyi yapmak istemem. Yoksa tabii ki Atatürk oynadıktan sonra üç yüz bin tane daha Atatürk oynar mıyım diye iş tabii ki geldi ama yapmak istemedim. Çünkü bir defa yaptım, başka birisinin yapması lazım, daha iyisini yapması lazım. Özellikle bu tip rollerde, yaşayan karakterler için gerçekten yapılanın daha iyisini birilerinin yapıyor olması lazım, bir sonrakinin daha iyi olabilmesi lazım. Haliyle benim kendimi tekrarlamama, benim kendi yaptığımın daha iyisini yapmaya çabalamama gerek yok o noktada; başkası daha iyisini yapacak çünkü.
-Peki, izin verirseniz ben tiyatro konusuna geçmek istiyorum; çünkü çok olaylar oldu geçtiğimiz aylarda. Siz 15 yıldır Bakırköy Belediye Tiyatroları'ndasınız, sürecin de bilfiil içindeydiniz. Neydi BBT'nin sıkıntıları? Ne oldu da buralara geldi iş?
-Yani bu sıkıntılar, nasıl diyeyim... Bir sürü sıkıntısı vardı tiyatronun. Bu bizim tiyatroya özel bir şey değil yani. Bir sürü tiyatronun sıkıntısı var ve aslında bu sıkıntılar birbirine benziyor, birbirinden ayrı sıkıntılar değil aslında bunlar. Ama tabii ki benim kendi adıma ve buradaki bütün insanların kendi adına farkındalık süreci birazcık zaman aldı. "Bizim de taşın altına elimizi koymamız lazım." süreci aslında önemli bir süreç. Yoksa her tiyatronun problemi var: Kurum tiyatrosu, özel tiyatro... Tiyatro yapmak zaten kendi başına zor bir şey ve problem, aradıktan sonra kolay bulunan bir şey. Ama tabii ki benim de bu işi on beş yıldır, işin mutfağından beri yapan birisi olarak kendimce bir sürü gördüğüm problemi vardı. Ama neyse ki yalnız değildim, o problemleri gören tek kişi değildim. Buradaki kendi jenerasyonum olan arkadaşlarımla buna dur demiş olduk aslında birazcık; dur demek için çabalamış olduk.
-1-2 senelik mevzular mıydı bunlar, yoksa ezelden beri olan sıkıntılar mı?
-Ezelden beri olan şeyler. Tiyatroda "problem" diyeceğin şey zaten uzun vadede probleme dönüşen şeyler olur. Yani öyle kısa vadede problem olmaz tiyatroda. Tiyatroda problem ya çözülür ya da kabullenilir ve olağan kabul edilmeye başlanır bir süreden sonra. Genel olarak tiyatro bence hep aynı şeyi yaşıyor o noktada.
-Burada sizin yaşadığınız problem de yönetmeliğin uygulanmaması mıydı?
-Evet,aynen. Tabii ki ben; bundan çok önce, 15 sene önce de bu vardı demek için çok mantıklı birisi olmayabilirim. Çünkü meraklı değildim ki zaten tiyatronun yönetilme şekline ya da nasıl yönetildiğime. Aynı ülkenin benzeri bir durum yani: Nasıl ki ülkede insanlar nasıl yönetildiklerini uzunca bir süre fark etmiyorlarsa ben de tiyatroda kendi adıma uzunca bir süre nasıl yönetildiğimi bilmedim. İş, gitmek ya da kalmak noktasına vardığında "Bir dakika lan, ben nasıl yönetiliyorum da bundan vazgeçebiliyorum?" dedim, orada da gördüğüm şey tam anlamıyla özgür bir yönetim şeklinin olmadığı. Kurum tiyatrolarının genel bir problemi bu. Kolektif yönetim şeklinin olmadığını, kolektif sanat üretiminin olmadığını düşünüyorum ben. Bunlar olmadığı zaman, bu işin seyirciyle yapılan bir sanat olduğu gerçeğini de atlarız; o zaman seyirciyle de kolektif olarak bir şey yapamamaya başlarsın. Çünkü tiyatronun en baba aktörü seyircidir her zaman. Yani o kendi sözünü söylemeye geldiğinde, tiyatro oyunu o zaman bütünleşir, o zaman oyuncusunu bulur, o zaman sahnesini bulur tam anlamıyla.
Haliyle bütün bu kolektif bilinçten uzak bir şekilde yönetiliyordu. Yönetimden başlar bu, oyunun sahnelendiği noktaya kadar devam eder, yani seyirciye kadar... Şimdi artık bunun değişmesi süreci bizde gerçekleşiyor.
-Herhalde onlarca oyuncunun işlerine son verilmesi de bardağı taşıran son nokta oldu.
-Aynen, aynen öyle. Aslında diyorlar ya "Bu her sene yapılıyordu." diye, evet her sene yapılıyordu. Ben girdiğim zaman konuk oyuncu diye bir şey yoktu tiyatroda. Girdiğimde sadece yevmiyeli oyuncu diye bir şey vardı, ben de yevmiyeli oyuncuydum. Fatih Koyunoğlu'yla beraberdik o zaman burada ve yine aynı isyankâr iki adamdık; o kendi isyanıyla kendi tiyatrosunu kurdu ben de kendi tiyatromu kendi arkadaşlarımla isyanla kurtardığımı düşünüyorum. O zaman da bir isyanla konuk oyuncu olma hakkını elde etmiştik mesela, o zamana kadar yoktu. O hakkı da ilk elde eden insanlardan biriyiz aslında. Onu elde ettik ama tabii şöyle bir süreci var bunun: Konuk olduğun zaman da belli bir süre çıkartılıyorsun işten, çünkü o yaz döneminde çalışmıyorsun, sonra da kurum seni tekrar geri alıyor çünkü devam eden oyunun var. Bu da uzun yıllar böyle devam etti. Sonrasında bundan doğan haklarını bilen insanlar, benim arkadaşlarım, dediler ki: "Biz toplu iş sözleşmesine dahil olmak istiyoruz." Ve aslında o süreç bence biraz rahatsız etti, dengeleri bozdu. Çünkü toplu iş sözleşmesinde "Haydi git bakalım, o üç ay yoksun, ben sana para ödemem." demiyordu, "Sen burası için çalışan birisisin, tiyatronun çalışma sistemi üç ay durmaksa sen de dur ama paranı al çünkü zaten prova zamanında sen normalde 8 saat olan çalışma şeklinin ötesine geçiyorsun, 12-15 saat çalışıyorsun, cumartesi-pazar çalışıyorsun, hem oynuyorsun hem prova yapıyorsun hem de yönetimde yer alıyorsun, yani sen zaten normal insan gibi çalışmıyorsun." diyordu. Bunun imzalanıyor oluşu bir sürü insanı rahatsız etti tabii bence. Ve ne yazık ki aslında burada rahatsız olan insanların tiyatrocular oluşu, tiyatronun kendi yöneticileri oluşu aslında daha vahim bir durum.
-Yani belediyeden ziyade, tiyatrocular mı rahatsız oldu bu süreçten?
-Evet. Sonuçta burada genel sanat yönetmenliği gibi bir durum var. Yani bu, bir sürü şeyin ötesinde bir durum. Sen burada "Bir dakika kardeşim, ben bu insanları çıkartmıyorum." dediğin zaman çıkartmıyorsun demektir, o bir tavır koymaktır, bir duruştur o. Buranın, bunu deme hakkı varken demiyor olmasıyla başlıyor bence problem. Orada idareci, sanatçı durumu yok yani. Orada, buradaki insanların kendi görevlerini usulünce yapmaması var bence.
-Bunun ardından bardak taştı, birtakım olaylar oldu ve sizin genel yayın yönetmenliği koltuğuna oturmanıza kadar devam eden bir süreç gerçekleşti. Her ne kadar basına yansısa da aslında bu süreçle alakalı pek bir bilgimiz yok bizim tiyatro severler olarak. Bahseder misiniz biraz o süreçten? Nelerle mücadele ettiniz? Nelerle karşılaştınız?
-Bir kere seçim olması hikâyesiyle mücade ettik tabii ki. Çünkü aslında seçimimizin bir ay önce yapılıyor olması lazımdı, bizim talep ettiğimiz şey bir ay önce yapılmasıydı. Eğer bir ay önce yapılsaydı o zaman biz bu "idari tatil" denilen bir aylık süreçte boş oturmayıp çalışabiliyor olacaktık, kaldı ki biz yine de boş oturmadık, çalıştık; ama yine de bir ay önce çalışmaya başlıyor olacaktık ve o da tabii ki buradaki üretimin hızlanması demekti. Bizim birazcık o noktada elimiz yavaşlamış oldu ne yazık ki. Ama zaten talebimiz belliydi: Seçim yapılması, seçimle birlikte gelen bir genel sanat yönetmeni ve onun yöneteceği bir tiyatro. Aslında geç de olsa kazandığımız bir şey bu. O süreçte tabii ki sürekli olarak belediyeyle iletişime geçmek istedik fakat kötü bir imajımız vardı, çünkü iki senedir kötü bir imajımız var aslında ne yazık ki, o kötü imajdan doğan bir asla ciddiye alınamama ya da tam olarak görüşememe, görüştüğünüz zaman birbirini anlamayan taraflar durumları söz konusu oldu. Süreçle aşıldı tabii bu. En büyük zorluklar bunlardı aslında. Sonrasında kolaylaştı tabii ki her şey. Birbirini anlayabilen birimler hâlini aldık. Birlikte çalışmak durumunda olan, bunun bilincinde olan birimler hâlini aldık; ama ilk etap çok zorladı bizi.
Bir de tabii ki ondan öncesinde, hani daha buraya, belediye kanadına geçmeden önce aslında, burada çalışanlarla ilgili olan süreç çok zorladı. Çünkü burada vekaleten birisi oturuyor ama bizim arkadaşımız, büyüğümüz, ağabeyimiz yani. Onun burada bir görevi var ve görevini aslında bir sanatçı gibi yapmadığını görüyor olmak çok zorlayan bir süreçti. Sürekli ona görevini hatırlatıyor olmak ve onun yine de bunu çok ciddiye almıyor oluşu zorladı bizi. Sonrasında tabii her şey yumuşadı, daha rahatlamaya başladı.
-Genel sanat yönetmenliği seçiminin olduğu gün verdiğiniz röportajda söyledikleriniz birçok şeyi çok güzel anlatıyordu aslında. Benim çok hoşuma gitmişti. Dediniz ki "Biz ilk yola çıktığımızda bize: 'Uğraşmayın, burası düzelmez. Hiçbir şey olmaz. Başkalarının dediği olur.' dediler. Biz de 'Denediniz mi?' diye sorduk. Gördük ki denenmemiş. Biz denedik, oluyor. Deneyince her şey oluyor."
-Aynen öyle. Hâla denemeye devam ediyoruz bir sürü olmaz denen şeyi. Bir sürü "imkan yok" denen şeyi deniyoruz. Zaten tiyatronun olayı budur yani. Tabiat dışında her şeyin karşısında durur tiyatro, her şeye muhalefet yapar.Bir tek tabiata bulaşmaz. Tabiatın hiçbir şeyine bulaşmaz, ona bulaşmak haddine değildir yani. Bütün sanatlar böyledir ama en çok tiyatro böyledir. Tabiata hiç girişmez, onunla asla karşı karşıya gelmez. Onun dışında her şeyi dener, denemek zorundadır. Biz birazcık görevlerimizi unuttuk bence tiyatrocular olarak. Bu konuda ben hiç "İktidar bunu yaptı; hükumet, devlet bunu yaptı." kafasında değilim. Devlet onları zaten yapıyor, yapacak da. Bu olmasa başka birisi gelecek o yapacak. Bütün idari yönetimler bunları yapmaya devam edecek. Yani falancıymış filancıymış, o partiymiş bu partiymiş, o taraftaymış bu taraftaymış hiç alakası yok. Bunu yapmadığı gün zaten şaşkınlıkla geçireceğimiz zaman başlayacak bizim. "Nasıl olabilir bu?" diyeceğiz. Yani bu olacak, hep böyle olacak. Hep biz takacak bir şey bulacağız, onun için bu işi yapıyoruz. Ama burada suçu o tarafta değil, gerçekten kendimizde aramamız lazım. Biz, onlar ya da birileri bir şeyler yapıyorken bir şey yapmıyorsak eğer; duruma, düzene eyvallah diyorsak eğer o zaman işimizi yapmıyoruz demektir.
-Peki bütün bunlar başarıldıktan, Bakırköy Belediye Tiyatroları'nda bütün bu olaylar yaşandıktan sonra, en azından şimdiye kadar neler değişti tiyatroda?
-Bir kere en başında bu bina çok değişti. Bu tabii imajla ilgili bir şey ama imaj önemlidir. Hele ki bir devlet dairesindeysen çok önemlidir imaj. Bir devlet dairesinin içini değiştiremezsin, zor bir şeydir. Bu bile bir iddiadır aslında. "Olmaz" denen şeydir aslında. Olmaz yani; ille alt tarafı kahverengi olacak yağlı boya, üst taraf normal boyayla bej olacak. Yani sistem bunun üzerine kuruludur. Bunu değiştirmek bile bir iddiadır ama dediğim gibi imaj kısmı bu. "Neler değişti, neler değişecek?" diyecek olursak eğer; tabii ki en en en önem verdiğimiz şey, işte hep söylediğimiz göz hizasına gelmek. Göz hizasında olacağız, garip yaratıklar olmaktan vazgeçeceğiz bir kere önce. Dünyanın en önemli işini yapıyormuşuz varsayımından bir kere kurtulacağız. Araya çekilen mesafeyi kaldıracağız. Acayip derecede olduğumuz gibi olacağız. Varsaydığınız tiyatro dünyasından, o entelektüel havalardan kopacağız bir kere çünkü hiçbir zaman oraya varamayacağız, çünkü özümüz o değil bizim. Burada orta oyunundan çıktığımız gerçeğini kabul edeceğiz ve yüzyıllardır aldığımız küçücük yoldan çabucak kendi orta oyunu mantığımıza, o samimiyetimize döneceğiz. "Sanatsal anlamda gerçekten orta oyunu ciddiye alınmış olsaydı, geleneksel Türk tiyatrosu ciddiye alınmış olsaydı bugün tiyatro nerede olurdu" yu tekrar yaratacağız, ona ulaşacağız.
-Bu bahsettiğiniz şey sadece samimiyet anlamında mı orta oyununa dönmek, yoksa Haldun Taner'in "Neden bizim tiyatro?" yazısında yazdığı gibi tiyatromuzun/tiyatrocularımızın yabancı rolleri, oyunları, oyuncuları taklit etmesinden; içi Türk olmayan Türk tiyatrosundan sıyrılmak anlamında mı?
-Şimdi biz metni almışız Fransız'dan, oyunculuk üslubunda özeniyoruz İngiliz'e ve Rus'a, sahne yapımız İtalyan sahne yapısı, bize ait değil, biz de orta oyunu vardır, göbekte oynanır, meydan sahneleri vesaire, yani dünyanın şu anda evrilmeye çalıştığı meydan sahnesinden bahsediyorum. Bunların hiçbirisi sana ait değil; yani en eski hatırladığın tiyatrocu Ahmet Vefik Paşa, o da oyunları Fransızca'dan çevirip Türkçeleştiriyor, oyunlaştırıyor falan. Senin kendi öz oyunların nerede? Hani diyoruz ya amfi tiyatro, Antik Yunan filan diye; Antik Yunan'a gidene kadar senin canım Anadolu, Mezapotamya mitolojilerin var, onlar nerede? Hiçbir yerde yok. Biz ulaşacağız, bulacağız. Yörüklere gideceğiz, onların hikâyelerini dinleyeceğiz, onların masalcı dedelerini kovalayacağız. Onların kendi çadırları içerisinde o masalcı dedelerin kalkıp oynadıkları hikâyelere gideceğiz, onları araştıracağız. Oradan yeni metinler çıkartacağız. Yeni metin yapıyoruz diye Almanya'da yapılan son metinlerin Türkçeleşmiş versiyonlarını yapmaktan, "In your face" ler yapmaktan cayıp gerçekten o "In your face" in çıktığı çadır içine gideceğiz ve oradan kendi tiyatromuzu önce bulacağız. Diyeceğiz ki: "Bizim tiyatromuz böyle bir şeydi." Şimdi biz, tiyatromuzun bu kadar yıldır kaybettiği şeyleri kaçırdık, kabul. "Bugüne varmış olsaydı eğer, kaybetmemiş olsaydık ne olurduk? Modern Türk tiyatrosu ne olurdu? " diyeceğiz ve oraya varacağız.
Alican Yücesoy ve Aytekin Özen, Seçim Günü
-Peki zor olmayacak mı bu? Çünkü siz özel tiyatroların, görece daha bağımsız tiyatroların kalkışmadığı bir işe ödenekli bir tiyatro olarak kalkışıyorsunuz.
-Olması gereken bu aslında. Ödenekli tiyatronun bunu yapıyor olması lazımdı şimdiye kadar. Biz değiliz ki yani varyasyon üretmesi gereken kişi. Biz var olanı koruyup onun üstüne koyması gereken kişileriz. Biz bunu yapmadık, hiçbir tiyatromuz yapmadı.
-Peki mesela, siz başta söylediğiniz için aklıma geldi, sizin tiyatroya başladığınız zaman sakıncalı olabileceği düşünülen Kuzguncuklu Fazilet oyunu şu an Bakırköy Belediye Tiyatroları'nda sahneye konulabilir mi?
-Tabii ki konulabilir. Mesela bugün biz bir okuma yaptık. "Bu oyun nasıl ıskalanmış?" , "Nasıl yapılmaz bu oyun?" filan diye düşündük. Oyun aslında sakıncalı bir oyun. Yani bir taraf "Bana mı dedin sen onu?" diye düşünürken başka bir taraf da "Hayır, bana dedin sen onu." diye düşünebilir. Herkes üzerine alınabilir. Bizim bunu yapmamız lazım zaten. Hepiniz üstünüze alının mümkünse çünkü mesele sizsiniz ben değilim, ülkeyi ben yönetmiyorum. Benim yönettiğim bir tiyatro var ve benim sorumlu olduğum sadece ve sadece seyirci var. Seyirci de bana bu hakkı veriyor. Diyor ki: "Git yap! İcabında güldür, icabında düşündür ama yap." Benim olayım o zaten. Tabiat dışında her şeyi ve hepinizi eleştirme hakkım var benim. Mesleğimin tek getirisi bu çünkü başka hiçbir şey değil. Ve yapacağız mesela o oyunu.
-Geçirdiğiniz süreçte kaybettiğiniz oyunlar oldu. Bu bir şey kaybettirdi mi Bakırköy Belediye Tiyatroları'na?
-Tabii ki. Çok şey kaybettik. Bu çok şey kaybettirdi yahu hiç tartışılacak yanı yok yani. Çok iyi oyunlarımızı kaybettik ama oyundan daha önemli olan iyi oyuncu arkadaşlarımızı kaybettik. Birçok tiyatronun çalışmak isteyeceği çok önemli insanları kaybettik, en önemlisi bence bu. Yoksa repertuvar oluşturamadık mı, oturduk baştan repertuvar oluşturduk. 2016-2017 sezonunun repertuvarını oluşturuyoruz artık. Hani daha başka çalışıyor dinamiklerimiz ve böyle devam edecek. İki sene üç sene sonranın bile repertuvarı için bir fikrimiz olması lazım, bunu planlıyoruz artık.
-Benim çok merak ettiğim bir mesele var bu süreçle ilgili, onu sormak istiyorum: Seyirci arkanızda durdu mu ve duruyor mu?
-Kesinlikle durdu, zaten kuvvetimizi aldığımız tek yer odur. Bizim bu kadar çığırtkanlık yapışımız, bu kadar bağırıyor oluşumuzun gerçekçi tek sebebi seyircidir, seyircinin bize destek oluyor oluşudur. Başka hiçbir şey değil. Biz bunu anbean, adım adım o kadar iyi gördük ki... Destekler abi, şaşırtıcı bir şey ama bize tam destekler yani. Bu çok büyük bir güç, elimizdeki en büyük gücümüz buydu bence.
-"Kendi tiyatromuzu bulacağız." demiştiniz. Fakat bu sezon en ön plâna çıkan oyununuz İngiliz bir yönetmenin sahneye koyduğu Shakespeare'in Yanlışlıklar Komedyası. Neden Shakespeare? Neden İngiliz bir yönetmen?
-Çünkü kendi tiyatromuz içerisinde Shakespeare var aslında, çok basit bu. Yani bu dünya tiyatrosu. Shakespeare evrensel artık. İşte "Shakespeare çok entel,tepeden bakıyor." filan meseleleri var ya şimdi. Ne alakası var, adam bundan 600 sene önce saraydaki adamla, halktaki adamı aynı tiyatronun içine sokuyor, halktaki adam ayakta izliyor oyunu, saraydaki koltuğunda oturup izliyor, aynı oyunu koyuyor sahneye; aynı kostüm, aynı reji, aynı oyuncular... Oyun aynı anda başlıyor, aşağıda o izliyor yukarıda öteki ve herkes memnun ayrılıyor. Bu bir sosyal statü farkıdır. Yani Shakespeare bundan 600 sene önce sosyal statüleri arasında şu ankinden çok daha fazla fark olan insanları aynı tiyatroya soktu, onları güldürdü, düşündürdü ve saldı, bunu yaptı. Ben şimdiye kadar bunu yapabilen bir Shakespeare izlemedim. İddiamız şuydu: Bunu yapabilen Shakespeare yapacağız önce. Çünkü varmak istediğimiz şey çok uçuk, özümüze dönmek çok uçuk geliyor. Bunu yaparız aslında, hemen yapabiliriz, hemen özümüze dönebiliriz ama iddiamız hemen bu olmamalı; iddiamız önce "Klasik böyle yapılır." olmalı. O yüzden çok zor bir oyunu seçtik, Yalnızlıklar Komedyası, Shakespeare'in en amatör oyunlarından, daha ilk yazdığı oyunlardan biri. En hevesi yerindeyken olan oyunu. Bizim de hevesimiz oradayken ve oyunun çok güzel bir hikâyesi varken yapmak istedik. Yani o birbirine sınır olduğu hâlde düşman olan iki ülkede yaşayan ayrı ikizlerin tekrar bir gün karşılaşması ve birleşmesi hikâyesi. "İkimiz de aynı anadan doğduysak, o zaman el ele tutuşalım ve içeriye beraber girelim, biz zaten kardeşiz" meselesi. İşte biz de aynı şeyi yaşıyoruz, kardeş olduğumuz insanlarla el ele tutuşamadığımız noktadayız. Tam aradığımız oyun yani bu.
Peki neden Tim Supple, neden yabancı yönetmen? Çünkü ben gerçekten Shakespeare izlemek istiyorum. Yalandan yapılmış, güldürülmek için yapılmış ya da "Hmm, çok da entelmiş." falan diye yapılmış Shakespeare istemiyoruz; saf, yalın bir Shakespeare istiyoruz. Bize dediler ki "Neden İngiltere'den yönetmen getirdiniz ki? Bunu Türkiye'deki adam da yapardı." Hayır, yapmazdı ben biliyorum. "Bakın, nasıl reji yaptım." falan mı bekliyorsunuz? Yapmayacak yönetmen bunu. Çağırdığımız adam o: "Bakın ben de böyle reji yapıyorum." demeyen adam. Ben Shakespeare izlemek istiyorum, her şeyiyle Shakespeare... İşte o yüzden Yanlışlıklar Komedyası ve o yüzden Tim Supple.
-Nasıl gidiyor oyun şimdiye kadar?
-Çok iyi. İlk defa 1 Ekim'de perde açtı bu tiyatro ve normalde bu aylarda bizim seyircimiz olmazdı. Şu anda bayağı iyi gidiyoruz yani. Pazartesi dışında her gün oyun var tiyatroda. Eskiden bu da sekteye uğramış bir şeydi, artık her gün oynuyoruz biz pazartesi hariç. Buna rağmen, bu ay 12 temsil olmasına rağmen - ki bu çok fazladır bir oyun için- kasım ayında bile dolu salonumuz var.
-Bundan sonra ne var sırada? Yani nasıl bir oyun gelecek bundan sonra?
-Bizde nasıl bir oyun diye bir şey yok, nasıl bir repertuvar diye bir şey var bundan sonra. Bizim bir sezonumuzu topladığın zaman sana bir şey söylüyor olacak, öyle bir konsept var bundan sonra. Biz "Bakın bir oyun yaptık ve size bir sözü var bu oyunun" dan tamamen kopmak istiyoruz. Biz; burasını total olarak bir sanat eseri olarak düşün, bir senede yapılan bir sanat eseri var ortada ve bu oyunların hepsini topladığın zaman ortaya koyduğun şeyin bir sözü olmalı diye düşünüyoruz. Repertuvarın artık bir teması, bir sözü olmasını buraya yaymak istiyoruz. Yoksa her oyunun kendince sözü var zaten, boş oyun yapmıyoruz yani. Ama asıl formül: Yalınlık ve hepsini bir araya topladığında kocaman bir şey söylemesi sana. Bundan sonraki sezonlarda böyle olacak. Basitten değil zordan başladık, "kayıp"tan başladık. Bizim bu seneki temamız "kayıp" , en birinci temelimiz bu. Bunun içine Suriye meselesini de koyabilirsin, iletişimi de koyabilirsin, varlığı da koyabilirsin, yokluğu da koyabilirsin. Ana temamız: "Kayıp" yani, bulabilmemiz için...
(Burada röportajı bitirmeden önce Alican Yücesoy'a "Seyirciden beklentiniz nedir?" sorusunu yönelttim ve harikulade bir cevap aldım. Cevabı videodan izleyebilirsiniz.)
Not: Röportaj sonrasında İrem'le beraber Yanlışlıklar Komedyası oyununu izledik. İzlediğim en iyi oyunlardan bir tanesi olduğunu tereddütsüz söyleyebilirim. Bütün tiyatro severlere tavsiyemdir.
Röportaj: Salim ECE Fotoğraflar&Video: İrem TÜRKMEN
Bu blogu kurduğumda amacım milli "değerlerimiz" e karşı biraz olsun vefa gösterebilmek, onların kıymetlerinin daha iyi anlaşılabilmesini sağlamaktı. Geçtiğimiz süre zarfında gerçekleştirdiğimiz röportajların da bunu sağladığını düşünüyorum. Fakat çok kurak zannedilen sanat alanımızın yahut hiçbir değer üretmiyor diye eleştirilen bilim dünyamızın öyle kıymetli isimleri var ki bunlara yetişmemiz mümkün olmuyor. Biz de ister istemez sadece bazıları üzerinde durabiliyoruz. Bütün bunlara rağmen kimi isimler var ki bu blog onlarsız olsa büyük bir parçası her daim eksik kalacak ve vicdanımız hiçbir zaman rahat bulmayacaktı. O isimlerin başında da benim için Haldun Dormen gelir.
Röportajları oluştururken daima röportaj yapacağımız kişinin varsa biyografisini/otobiyografisini okur, yaptığı röportajları takip ederim. Bu güne kadar okuduklarım arasında beni hep şaşırtan ve hangi sanatçının biyografisine baksam karşımda gördüğüm iki büyük isim var: Muhsin Ertuğrul ve Haldun Dormen. Profesyonel anlamda tiyatroda 60 yılını devirmiş bulunan büyük tiyatrocumuz Haldun Dormen'i bugün Türkiye'de tanımayan yoktur. Fakat ya Türk tiyatrosuna armağan ettikleri; yetiştirdiği, hayatlarını birleştirdiği yazarlar, sanatçılar?
Başar Sabuncu'dan Halit Ergenç'e; Muhsin Ertuğrul'dan Gürkan Uygun'a; Zihni Göktay'dan İzzet Günay'a;Yıldız Kenter'den Sadri Alışık'a; Münir Özkul'dan Cemal Reşit Rey'e;Gülriz Sururi'den Metin Serezli'ye; Cahide Sonku'dan Mücap Ofluoğlu'na kadar binlerce sanatçıyı, yazarı bir araya bağlayan koskoca bir ömürden söz ediyorum sevgili okuyucular. Türk tiyatrosunda pek çok "ilk"i başarmış, İstanbul Şehir Tiyatrosu'na tam 28 sene boyunca oynayacak olan Lüküs Hayat müzikalini armağan etmiş; Erol Günaydın, Nevra Serezli gibi pek çok büyük sanatçıyı yetiştirip sanat dünyamıza kazandırmış; neredeyse unutulup gitmeye mahkum olan, sanat dünyamızdaki en onurlu başkaldırıyı yapan Afife Jale'yi, adına düzenlenen büyük bir ödülle şereflendirip tekrar gün yüzüne çıkarmış; Dormen Tiyatrosu'yla Türk tiyatrosuna yepyeni bir soluk getirmiş; Otobiyografisinde hayat amacını gençlere faydalı olmak üzere kurup hayat felsefesini "Tek bir kibrit çakmak, bütün dünyayı aydınlatmak gibidir." sözüyle özetlemiş dev bir isim Haldun Dormen...
Röportaj yapmayı teklif ettiğimizde bizi çok nazik bir şekilde Teşvikiye'deki evine kabul etti ve hayatına dair sorularımızı bütün mütevaziliği ve açık fikirliliğiyle yanıtladı. Röportaj sonunda da bizlere hayatımız boyunca unutamayacağımız harika bir günün anıları kaldı. Umarız siz de keyif alarak okursunuz. -Haldun Bey her anı sanatla dolu bir hayatınız var. "Benim için tiyatrodan başka bir şey hiçbir zaman olmadı ." diyorsunuz.
-Sadece tiyatro değil, sinema da vardı.Ben Amerika'ya giderken sinemacı olacağım diye gittim.İyi bir tiyatro eğitimi alayım ondan sonra sinemacı olayım dedim, sonra esir düştüm tiyatroya.Sinema da yaptım tabii ama tiyatrocu olarak görüyorum kendimi.
-Peki nasıl oluyor da bu sinema/tiyatro aşkı hep içinizde olabiliyor?
-Bilmiyorum, ben öyle doğdum herhalde. Çünkü benim ailemde bir sanatçı yoktu. Sanata meraklı bir aileydi benim ailem evet, annem biraz piyano çalardı, babam müthiş uygar bir adamdı, zaten uygar bir adam olmasa 1950'li yıllarda oğluna "Hadi git tiyatrocu ol, ben sana yardım edeyim." demezdi. Tek şartı vardı: "İyi ol." dedi, "En iyisi olursan ben de hep arkandayım." dedi. Yani 50'li yıllarda gerçekten bu çok zor bir işti.
-Kitabınızın ilk bölümünde, çocukluk yıllarınızı anlatırken, çatıdan düşüp bacağınızı incitmenizi bir küçük dönüm noktası olarak görüyorsunuz.
-Bayağı bir dönüm noktası çünkü sakat kaldım gibi geldi bana, gerçi sakat kaldım ama hafif bir sakatlıktı, ondan sonra benim kendimi dünyaya kanıtlama isteğim meydana çıktı. İşte ben herkes kadar iyi spor yaparım, herkes kadar iyi dans ederim, herkes kadar iyi bilmem ne yaparım diye; o beni belki de iten şeylerden bir tanesi oldu.
-Hastanede yatarken bir tiyatro sahnesi, kuklalarla tiyatro yapılabilen bir küçük tiyatro istiyorsunuz o zaman ve size alınıyor o bir şekilde.
-Evet, babam getirdi Almanya'dan. Bir kukla tiyatrosuydu; bir sahnesi vardı, arka taraftan kuklalar oynatılıyordu. Ben onda oyunlar yazmaya başladım. Yani o oyun yazmak beni çok eğlendirdi ve ondan sonra 50 kuruşa bilet sattık komşu çocuklara, orada temsiller verdik. O beni yönlendiren şeylerden bir tanesi oldu.
-İlk yönetmenliğiniz diyebilir miyiz?
-İlk yönetmenliğim ve ilk yazarlığım, evet. (Gülüyor.)
-Sonra Galatasaray Lisesi yıllarınız var tabii.
-Evet, Galatasaray'a gittim ve orada ilk defa sahneye çıktım. İlkokulda işte herkes kelebek melebek olur, bizde yoktu öyle bir şey, ben ilk defa Galatasaray'da sahneye çıktım. Hakkı Bey diye bir öğretmenimiz vardı, kitapta da bahsediyorum ondan, ilk önce onun Demir Bank diye bir oyununda çıktım. 25 kuruşluk oynuyordum orada, işte paraları oynuyorduk ben de 25 kuruşluk olmuştum. Sonra aynı sene Kamp diye bir oyun yazdı ,orada da patenciyi oynadım. Sonra Robert Kolej'e gittim, orada tabii rahat rahat bir sürü oyun oynadım.
-O yıllarla ilgili olarak bir röportajınızda "Bugün bile geriye baktığım zaman arkadaşlarımı çok sevmeme rağmen okulu güzel hatırlamıyorum." demişsiniz.
- Evet, okul çok sıkıydı. Yani koleje gittikten sonra rahat bir nefes aldım çünkü gerçekten çok sıkıydı. Bir tek işte teneffüs dediğimiz araya çıkardık, orada konuşursak konuşurduk yani hiçbir şey yoktu. Kolejde gayet rahattım, orası daha serbestti, bir sürü şey vardı. Ne bileyim işte Eski Türk Müziği Kulübü'ne giriyorsun, spor yapıyorsun... Galatasaray'da futboldan başka bir şey yoktu.
-Peki öyleyse, Robert Koleji yıllarınızdan bahseder misiniz biraz da?
-Robert benim için mutlu günler oldu çünkü serbest bir okuldu. Yani tiyatronun dışında da bazı şeyler daha rahattı. Hocalarla ilişkiler daha rahattı, işte kız kolejine gidip gelmeler vardı, yeni arkadaşlar vardı, daha medeniydi; yani mesela biz kolejden kaçıp aşağı meyhanede kafaları çekebiliyorduk, sonra gece gizlice gelip pencereden içeri girebiliyorduk. Galatasaray'da bunu düşünmek bile mümkün değildi yani. Onun için yani tam bir sempatik okul yaşamı oldu benim için kolej.
-O yıllarda sanırım tiyatroyla da daha içli dışlı oldunuz.
-Orada RC Players (Robert Koleji Oyuncuları) diye bir şey vardı, ona katıldım. Fazla da üzerinde durmadım, "Benim bütün hayatım tiyatroda geçecek, okulda da uğraşmayayım fazla." dedim. İnanmayacaksınız ama orada da entrika vardı, rolleri almak için entrika yapıyorlardı birbirlerine. Ben çok uğraşmadım rol almak için filan orada. En çok severek yaptığım şey işte "Kampüs Çılgınlıkları" diye bir şeydi. Orada birtakım insanları bir araya getirip senede bir kere bir show yapardım okuldaki çocuklarla. Hatta bir tane çok güzel anım var bununla ilgili: Bizim bir tane Prof. Allan adında bir disiplin hocamız vardı, felaketti. "You go home! You go home!" diye herkesi eve gönderirdi. Ben işte bu "Kampüs Çılgınlıkları" için prova yaparken o da arkada oturuyordu. O sırada aklıma geldi "Prof. Allan sizden bir şey rica edebilir miyim?" dedim. "Nedir?" dedi gayet sert bir ifadeyle. "Burada şarkı söylenirken bir yerde girseniz ve 'You go home' deseniz" dememe kalmadan sahneye fırladı, "Nereden çıkacağım, buradan mı?" filan diye sormaya başladı. Onu da oynattım ve kıyamet koptu tabii. -Kolejden sonra sizin, diğer öğrencilerden farklı olarak, Yale Üniversitesi'ne gidip eğitim görmek gibi bir hayaliniz, amacınız olmuş. Nereden geliyor bu istek?
-Evet, şimdi ben orayı nereden biliyorum çünkü kolej mezunu Tunç Yalman ve Şirin Devrim oradalar diye duydum. İki tane Türk orada olduğu için ben Yale'e mektup yazıp acceptance istedim. Yoksa benim Yale'den haberim yoktu, kavram olarak biliyordum ama bir drama school'u olduğunu bilmiyordum. Zaten Amerika'nın ilk drama school'u da Yale. O zaman çok kolaydı girmek. İki tane Amerikalı hocam çok güzel mektup yazdılar bana ve girdim ben.
-İyi ama bugün bile, 2015'te, tiyatrocu olmak isteyen çocuklarına aileler iyi bakmıyor. Nasıl oldu da gidebildiniz siz?
-Bir mucize gerçekten, benim öyle bir babam olması bir mucize. Dünyaya açık bir adamdı babam; biz sürekli konserlere giderdik, oyunlara giderdik. Dolayısıyla annemi de etkiledi, annem de öyle olmak zorunda kaldı. Tabii annem ilk başta çok memnun olmadı benim oyuncu olmama ama...
-Ne kadar sanat sever bir aileniz de olsa Yale'den kabul aldığınızı ailenize söylemeniz o kadar da kolay olmamış ama.
-Olmadı, söyleyemedim zaten. Herkes biliyordu, babamla annem bilmiyordu. Sonra babam bir Amerika seyahati yaptı, ben de babam Amerika'dayken ona uzun bir mektup yazdım. Babam da çok güzel bir mektup yazdı, şimdi o mektubu ben kaybettim ama çok güzel bir mektuptu. İşte o mektupta diyordu "Olacaksan ol ama en iyisi ol." filan diye. Enteresan bir şey, birkaç yıl sonra da Genco Erkal'ın babası babama telefon açmış, "Oğlum artist olmak istiyor, ne yapayım?" demiş. Babam da "Bana mı soruyorsun?" demiş, "Olacak, yapacak bir şey yok." demiş.(Gülüyor.)
-Sonra nihayet Yale Üniversitesi'ne gittiniz.
-Evet, Yale Üniversitesi'nde çok mutlu oldum. İlk başta tabii sudan çıkmış balığa döndüm. Herkes tiyatrocuydu, ben Türkiye'den geliyorum, tiyatroyla direkt bir ilgim yok. Çoğu da benden büyüktü oradakilerin, bir de Veteranlar vardı, savaştan gelenler, onlar bedava okuyorlardı. Fakat sonra çok kısa bir zamanda, üç dört ayda, ben oranın en vazgeçilmez parçalarından birisi hâline getirdim kendimi. Herkesle çok yakın dost oldum; beni bir Türk olarak, bir yabancı olarak görmediler yani, kendilerinden bir parça olarak gördüler, ben yine de Türklüğümü hep söyledim ama.
-Burada sizin için çok önemli olduğunu düşündüğüm iki tane oyunla sahneye çıktınız: Sofokles'in Elektra'sı ve Çehov'un Evlilik Teklifi. Bunlar Yale'de kendinizi gösterdiğiniz oyunlardı galiba. Neler hissettirdi bu oyunlar size?
Haldun Dormen-Saranac Lake/ABD
-Şimdi o zaman ben ayağımdan dolayı oyuncu olmak istemiyorum, yönetmen olmak istiyorum diye düşünüyordum. Ama işte yönetmen de olursanız size sahne yaptırıyorlardı. İşte orada Elektra'yı Türkçe, Evlilik Teklifi'ni de İngilizce oynadık. İkisi de başarılı geçti ve de hoşlarına gitti Türkçe'yi duymak. Çünkü biz sahnede yapardık, ondan sonra aktörlük hocamız sınıftaki insanlara eleştirtirdi, herkes de düşüncesini söylerdi.
Sonra, birkaç ay sonra, ben işte mecburen sahneleri yapıyorum. Jül Sezar'dan bir sahne yaparken, sahne boş tabii, Miss Welch geldi, (benim en sevdiğim, saydığım, her şeyi ondan öğrendiğim hocam) "Ayağınla komik bir şey yapıyordun demin. Niye yaptın, hiç gereği yoktu." dedi. Ben de boş bulundum "Benim ayağım sakat." dedim. Kadın şoke oldu, çok üzüldü, kıpkırmızı oldu çünkü haberi yoktu. Sonra gittim dedim ki "Miss Welch size çok teşekkür ederim. Çok affedersiniz, pot kırdım ama madem siz bacağımı bu kadar zamandır fark etmediniz, ben bununla gayet rahat oyunculuk yaparım." dedim.
-Amerika'ya gittiğiniz ilk andan itibaren "Bir gün burada her şeyi öğrenip Türkiye'ye geri döneceğim." diye düşünüyorsunuz, orada kalmayı hiç düşünmüyorsunuz.
-Evet. Geçen gün bana yine sordular "Niye döndünüz, dönmeseydiniz." diye. "Ben isteyerek döndüm." dedim. Seve seve döndüm ve bir tek gün de pişman olmadım.
-Neden böyle bir düşünceniz oldu?
-Çünkü Türkiye'de bir şeyler yapmak istedim. Ben Türkiye'yi seviyorum, Türklüğümü seviyorum, yani gerçekten buraya gelmekten çok mutluyum bu karmaşık devirde bile. Onun mücadelesini vermek hoşuma gidiyor. Ben Türk'üm, Türkiye için bir şey yapmak istiyordum. Tabii Türkiye'den dışarı sesimi duyurmak da istiyorum, o başka. Benim orada bayağı imkânlarım da oldu aslında. Biz Yale'de yazları tatildik, ilk yaz ben Hollywood'a gittim, orada Pasadena Playhouse'da bayağı roller oynadım yani. Bazı filmciler ilgilendiler, yani kimse önüme büyük bir kontrat getirmedi ama ilgilenenler oldu, orada kalsaydım bir şeyler olacaktı herhalde.
-O sıralar tatil için İstanbul'a döndüğünüzde de sizin için çok önemli bir isimle tanışmışsınız. Ondan bahseder misiniz?
-Tabii, Muhsin Ertuğrul. Hamit Belli diye Galatasaray'dan çok sevdiğim bir arkadaşım vardı, babası da eski aktörlerden Emin Belli'ydi. Ben onun için Galatasaray'da hep sokuldum Hamit'e babası artist diye. (Gülüyor.) Hamit'in bana çok yakın bir dostluğu oldu ve onun vasıtasıyla geleceğim yaz Muhsin Ertuğrul'dan randevu aldırdım. "Ben döndükten sonra sizinle çalışmak istiyorum." dedim. Korkarak gitmiştim ama çok şeker karşıladı beni Muhsin Bey. Böylece Amerika'dan döndüğüm günün ertesi günü ben oraya provaya gittim. Prova yapmadım tabii ama provalara girdim.
Haldun Dormen-Devlet Sanatçısı
-Muhsin Bey'le biraz çalıştıktan ve Cep Tiyatrosu'ndan sonra da o efsane olmuş Dormen Tiyatrosu'nu kurdunuz.
-Benim hep tiyatro kurmaktı niyetim. Yani Amerika'dan beri ben hep Türkiye'ye gelip bir tiyatro kurmak istiyordum. Ama işte bir süre Muhsin Bey'le çalışıp tiyatroyu öğreneyim dedim; ne var ne yok, kim var kim yok, Türkiye'de tiyatro nasıldır diye. Cep Tiyatrosu'nu yaptıktan sonra da çok istediğim şeyler olmaya başladı, böylece Dormen Tiyatrosu'nu kurduk. Tabii ilk kurulduğu zaman bir sürü hatalar yaptım ama bir sürü şey de öğrendim.
-Benim en dikkatimi çeken noktalardan bir tanesi de sizin tiyatronuzda yer alan, öğrenciniz olan oyuncular genelde halka mâl olmuş, çok sevilen oyuncular. Erol Günaydınlar, Altan Erbulaklar, Metin-Nisa Serezliler... Başka tiyatrolarda, çok usta tiyatrocuların öğrencileri de olsa, bu kadar sivrilemiyor oyuncular. Sizin yönteminiz nedir acaba?
-Bence çok önemli bir şey var, ben karşımdaki insanı benim dengimde bir insan gibi görüyorum. İşte "Ben çok büyük oyuncuyum, ben üstadım" filan öyle bir şey yok bizde. Zaten Dormen Tiyatrosu'nun aile gibi olmasının, efsane olmasının sebebi de o. Herkesin yeri eşitti. Yani işte ben başka otelde filan kalmazdım. Hep beraber giderdik, sefaleti de beraber çekerdik lüksü de beraber yaşardık. Başrolleri de her zaman ben oynamazdım. Kimi zaman ben oynardım, kimi zaman Metin oynardı, kimi zaman da Altan Erbulak oynardı. Herkes sırasının geleceğini bilirdi. Ben o yüzden hayatımda bir kere bile "Benim tiyatrom" demedim, hep "Bizim tiyatromuz" dedim.
-Siz "Ben hiç keşke demedim hayatta, kararımı verdim ve hep önüme baktım." diyorsunuz ama 1972'de Dormen Tiyatrosu'nun kapanması oyuncular ve sanatseverler üzerinde büyük üzüntü yarattı. Neden böyle bir karar verdiniz?
-Çünkü artık gidecek bir yeri yoktu. Parasal olarak da gidecek bir yeri yoktu, oyuncuların da bir kısmı kendi tiyatrolarını kurmak için ayrılmışlardı. Sonra kış turnesine çıkarılanlar biraz söylenmeye başladılar, dedim ki "Bu iş bitti, bu tiyatronun yeniliğe ihtiyacı var." Misyonunu tamamlamıştı bence artık. Kapattığımızda çok üzülenler, ağlayanlar, ayılanlar, bayılanlar oldu ama bir yandan da çok iyi oldu çünkü ondan sonra başka şeyler öğrendim, başka şeyler yaptım.
-Tiyatrocu yönünüz öne çıktığı için pek kimse bilmez ama "Tarihte ilk defa tiyatro sinemanın borcunu ödedi." dediğiniz, ödüllere boğulan fakat gişede batan 2 tane de çok güzel film çektiniz. Neden izlenmedi bu filmler?
-Çünkü zamanından önce yapıldı. Yani zamanına uygun filmler değildi. Bugün olsa olabilirdi. Ama olsun, filmciliğimi de yapmış oldum böylece.
-Özellikle tiyatroyu kapattığınız sırada yoğunlaşan bir televizyon hayatınız var. Birçok programda yer aldınız. Neydi sizi televizyona yönelten?
-Tabii ben televizyonu seviyordum yani sinemayı da sevdiğim için. Böylece ben 1973'ten 1990'a kadar bir sürü program yaptım. Kamera Arkası'nı yaptım, Babalar ve Oğullar yaptım, Unutulanlar dizisini yaptım ve orada ilk defa Afife Jale'yi çıkardım ortaya, Meral Taygun oynadı Afife'yi. Yani birçok program yaptım ve keyif de aldım bunları yaparken.
-İlkini kapatırken "Bir daha kesinlikle tiyatro açmayacağım." diye düşünmenize rağmen, 2. Dormen Tiyatrosu'nu kurdunuz. Nasıl gelişti bu süreç?
-Egemen Bostancı'nın etkisi oldu bunda. Egemen Bostancı'yla çalışıyordum ben, çok da mutluydum onunla çalışmaktan. Egemen Bostancı bir gün bana Feriköy'deki bir tiyatro için "Gidip bir baksana, belki orada bir komedi tiyatrosu yaparız." dedi. Ben de gittim, baktım gayet iyiydi. Yani binayı bir hâle yola koysak bütün hasarına rağmen çok güzel akustiği olan bir binaydı. Biz orada başladık çalışmaya, sonra bir gün Egemen bana "Affedersiniz ama buranın adı neden Egemen Bostancı Tiyatrosu oluyor? Her şeyi siz yapıyorsunuz, Dormen Tiyatrosu olarak yapalım." dedi. Emrivaki oldu yani. 17 sene de sürdü sonra.
-Tabii tiyatromuza damgasını vurmuş Lüküs Hayat oyununu da atlamamak gerekiyor.
-İlk önce yapmak istemiyordum ben onu. Çünkü bir kere yapmıştım televizyonda, iyi olmamıştı. Fakat Gencay Gürün ağzımdan girdi, burnumdan çıktı ve ben yaptım. (Gülüyor.) İyi ki de yapmışım. Geçen sene 3 tane yaptım yine biliyorsunuz: İzmir Operası, Mersin Operası, Eskişehir Şehir Tiyatrosu. Hatta Şehir Tiyatrosu'ndaki burada,Zorlu'da, 3 gece 7000 kişiye oynadı.
-İstanbul Şehir Tiyatroları'nda, ilk yaptığınız Lüküs Hayat da 28 sene oynuyor.
-Lüküs Hayat'ın garip bir büyüsü var. Nerede yapsak tuttu. Bir de Zihni Göktay'ın doğaçlamaları var tabii, bana göre rüküşlük ama...(Gülüyor.) Ben sevmezdim ama o yapardı. "Patron hoşlanmaz ama ben yine de yaptım, kusura bakmasın." gibi laflar ederdi. Sahneye çıktığım zaman zaten ben diyordum ki "Bu akşam iki oyun seyrettiniz: Birincisi benim sahneye koyduğum Lüküs Hayat, ikincisi Zihni Göktay One Man Show" (Gülüyor.)
-Hisseli Harikalar Kumpanyası'nda da böyle bir mesele olmuş galiba. Yani sizin yönettiğiniz oynanan oyun arasında farklar olmuş. Anlatır mısınız bunu?
-Evet. Kadıköy'de oynanırken gittim bir gece gizlice. Oyuncuların geldiğimden haberi yoktu. Gittim sahne arkasına, topladım herkesi. Dedim ki "Ben ismimi çıkartıyorum oyundan." Akıllarına geleni söylüyorlar, olmaz öyle şey. Tiyatroda buna çok karşıyım.
-Kim vardı topladığınız oyuncular arasında?
-Adile Naşit, Erol Evgin, Ayşen Gruda, Kartal Kaan herkes vardı işte. Sonra ben sinirlendim sinirlendim, masaya tekme attım. Sonra gazetecinin birisi "Neden masaya tekme attınız?" diye sordu, "Ee ne yapacaktım, Adile Hanım'a mı tekme atacaktım?" dedim. (Gülüyor.)
-2001 yılında 2. Dormen Tiyatrosu da izleyiciye veda ediyor. Nedeni neydi bunun?
-Evet. Maddi sıkıntılardan dolayı kapatıldı. Bir de depremden sonra bizim tiyatro aşağıda diye kimse gelmemeye başladı. Yani rağbet azaldı. Bir de devresini doldurdu gibi geldi artık bana.
-"Kapattıktan sonra herkes üzülmesine rağmen ben daha özgür ve daha çok katkı sağlayarak devam ettim yoluma." gibi bir ifadeniz var.
-Çok mutlu oldum kapattığıma. Çünkü artık Mersin Operası'nda istediğim gibi oyun sahneye koyuyorum. İzmir'e gidiyorum. Eskişehir'de 6 tane oyun koydum sahneye. Hem Eskişehir'in büyüsünü gördüm hem Eskişehir'deki çocuklarla çalışma fırsatı yakaladım. Bir kelime Kürtçe bilmememe rağmen Diyarbakır'da Kürtçe oyun koydum sahneye. Eğer kapatmasaydım işte bunları kaçıracaktım. Bütün bunlar tabii hoş şeyler. Şimdi mesela rol teklifi geliyor, istersem oynuyorum istemezsem oynamıyorum. Mesela Moliere'i teklif ettiler, çok hoşuma gitti. Çünkü ben Moliere'i çok severim, sahneye koydum fakat hiç oynamadım. Onun için işte 300 defadır oynuyorum. Şimdi Müfettiş'i teklif ettiler. Orada da kaymakamı oynuyorum. Ondan da büyük keyif alıyorum. İnşallah iyi olur o da. Bir film teklifi geldi işte vakit bulursam onu yapacağım.
-Hep sorduğumuz bir soru var bizim tiyatroculara. Diğer birçok tiyatrocuya göre karamsar bakış açısından çok uzak olduğunuz için sizin cevabınızı özellikle merak ediyorum: Tiyatroyu nasıl görüyorsunuz bugün?
-Ben çok iyi görüyorum. Bir kere yazar çıkıyor; yazar demek, tiyatro demek. Biz de çok fazla yazar yoktu. Yazar olmadan bir Türk tiyatrosundan bahsetmek mümkün değil. İşte şimdi bunlar çıkıyor. Bir tane iki tane değil bayağı insan çıkıyor. Devletin politikası çok şeyi baltalıyor şu an ama ben geçeceğine inanıyorum, geçecek.
-Son olarak sizin söylemek istediğiniz bir şey var mı?
-Ben umutsuzluğa çok karşıyım. Umutsuzluk demek, hayatı bitirmek demek. Bugün belki Türkiye'nin durumu insanları umutsuzluğa sevk ediyor ama öyle olmalarına gerek yok. Bu ülke karmakarışık bir durumdan 1923'te cumhuriyeti kurmuş; nasıl olsa altından kalkarız yine.
Röportajımızın böylece sonuna geldik sevgili okuyucular. Umarız keyifli bir röportaj olmuştur. Sizlere birinci Dormen Tiyatrosu'ndan sonra ikincisinde de sansasyon yaratan oyun, Şahane Züğürtler'i sunuyoruz.