2 Kasım 2019 Cumartesi

Türk Sinemasının En Büyük Oyuncusu: Cüneyt Arkın Röportajı


Sevgili Sarı Sokak Lambaları okurları, uzun bir aradan sonra bizleri en çok heyecanlandıran röportajlardan birisi olan Cüneyt Arkın röportajıyla karşınızdayız. O dönem Cüneyt Arkın bizi evine davet etmiş ve bu güzel röportajı gerçekleştirebilmiştik. Çocukluğumuzun en güzel karelerini fethetmiş bu filmlerin arkasında yatan hikayeleri, emekleri ve başarıları sizlere gösterebilmek biraz amacımız.  Biz yaparken çok keyif aldık, umarız okurken sizlere de yansıtabiliriz.





-Nasıl bir ortamda yetişti Cüneyt Arkın? Nasıl bir çocukluk geçirdiniz?

-İşte zavallı, yoksul bir çocukluktu. Bazen çok büyük kuraklıklar, hastalıklar olurdu. Bizim yüze yakın koyunumuz vardı onunla geçinirdik iki ablam, annem, babam ve ben. Bazen toprağı kazar, kök çıkarır, kökle karnımızı doyururduk. Ben o zamanlar mesela sofradan hiç tok kalktığımı hatırlamam. İşte hayvanlarla uğraşırdım, küspeyle uğraşırdım, üstüm kokarmış benim, o yüzden hep kaçarlardı benden, hiç öyle bir arkadaş edinemedim, bilmiyorum ki koktuğumu. Ama tabii ben o zamanı köpeklerle, eşeklerle, bozkırla bir hürriyet  zamanı olarak da değerlendiriyorum. Biraz sorumsuzluğun da etkisi var galiba. Ben aileme katkı olsun diye, yazın üç ay filan tek başına bostan bekçiliği yapardım. İn yok, cin yok, tabiatla baş başasın. Böceği, çiçeği, yağmuru, yıldızı... Sadece iki köpeğim ve bir eşeğim vardı. Bunlar bir iç zenginliği yaratıyor, tabiatla özdeşleşiyor insan.

-Nasıl oldu da böyle bir ortamda doktor yetiştiniz?

-Anadolu'da bir gelenek vardı: Küçükler büyüklerin yönüne doğru yöneltilir, teşvik edilirdi. Benim de amcamın oğlu, nur içinde yatsın Prof. Dr. Fikret Cüreklibatur, doktor olmak yolundaydı. Ben de onu takip ettim. Bir de tabii çevremde çok hastalıklar, ölümler görüyordum. Sonrasında ablamı da kaybettim. Aileden de çok hasta olurdu, ablam, doktor ol da bizi de tedavi edersin, derdi. Ben de lisede çok iyi bir öğrenciydim. Öylece doktor oldum.

-Zor olmadı mı peki küçük bir yerden, kırsaldan çıkıp İstanbul'da tıp fakültesinde okumak ?

- Zor olmaz mı... Çalışarak okudum ben. İlk yıllarda, Sirkeci'de han gibi bir yerde kaldım Anadolu'dan İstanbul'a çalışmak için göçen köylülerle beraber. Onlar erken yatarlardı yorgun oldukları için, ben mum ışığında ders çalışırdım. Aç kaldığımda bana ekmeklerini bölüp köy peyniriyle beraber verirlerdi, güzel insanlardı, hiç unutmam... Bazen çalıştıkları işlere de götürürlerdi beni, üç beş kuruş kazanırdım.

-Doktor olup Anadolu'ya, Doğu'ya atanıyorsunuz. Neler yaşadınız orada?

-Orada tabii çok farklı hikayeler var. Mesela bana hep şalvarın dışından iğne yaptırırlardı bir kadının çıplak etini görmeyeyim diye. Çocuk düşürme olayları çoktu, ölüp ölüp gidiyorlardı. Bir hastalıktan bir haftada 22 çocuk kaybettik birinde. Bir ünite penisilinim olsa bir çoğunu kurtaracağım ama yok. Devamlı istiyorsun, yalvarıyorsun göndermiyorlar, yok. Bir keresinde bir kadının doğumunda bir sıkıntı olmuş, gittim. Adam çifteyle karşımda durdu, kadının mahrem yerini göremezsin diye. İçeriye giremedim, müdahale ettirmediler, sabaha karşı çocuk da anne de öldü içeride.

-Sonra sinemayla tanışmanız nasıl oldu?

-Askerlik döneminde ben Halit Refiğ ile tanıştım, beni beğenmişti. O zaman Leyla Sayar ve Göksel'in oynadığı filmi çekiyorlardı.* Orada bir doktor rolü vardı onu teklif etti fakat o kadar işim çoktu ki asker, subay, ast subay hasta bakıyordum akşama kadar. Geceleri de uçuş nöbetindeyim. O sebeple oynayamadım. Biz daha sonra İstanbul'da tekrar karşılaştık tabii bir dostluğumuz gelişmişti Eskişehir'de. "Ne yapıyorsun doktor?" dedi, "Kadro bekliyorum ne yapayım?" dedim. Nöroşirurji istiyordum o zaman. "Bir filme başlayacağız, oynar mısın?" dedi, "Ne kadar para alacağım?" dedim. (Gülüyor) İstanbul'da beni 1 sene filan geçindirecek bir para söyledi. Böylece Gurbet Kuşları'nda oynadık. Filmi oynarken başka teklifler gelmeye başladı.

-O zaman tabii daha  romantik, jön rollerinde oynuyorsunuz. Avantür/Macera filmlerine geçişiniz nasıl oldu?  Neler yaptınız o geçiş sürecinde?

-Başarmak için ben delicesine, çılgınlar gibi çalıştım. Medrano sirkinde çalıştım mesela, gece 11.00'de, 12.00'de, onların da seanslarının bitmesinin ardından. Sonra Kazak sirki geldi orada çalıştım, at numaralarını öğrendim. Hemen hemen 1 yıl çalıştım oralarda. 6 yıl karate çalıştım, siyah kuşak oldum filmlerde karate yapabilmek için. 3 ay sırık atlama çalıştım mesela,sadece bir filmin bir sahnesinde kullandık onu, o kadar. Çalışmak gerekiyor çünkü. Geçenlerde bir vakıf vardı sinemayla ilgili oraya gittik, genç arkadaşlara da söyledim "Ter damlası değil, kan damlası bırakacaksınız." diye.

-Sizin bütün bunları çalışarak sergilediğinize  pek inanmadılar insanlar ama sanırım. Karate numaralarını, at numaralarını film hilesi sananlar var hala.

-Evet öyle oldu. Birisinde bir taksiye bindim, acelem var. Önümüzde bir araba durdu aniden, taksici de kornaya bastı. Sonra öndeki araçtan genç bir adam indi elinde silahla. Bize küfretmeye başladı. Öyle deyince de ben çıkıp  bir tane çaktım, düştü adam. Sonra kendine gelince tanıdı beni. "Cüneyt ağabey sen gerçekten karate biliyormuşsun." dedi. (Gülüyor)

-Kaç film çektiniz?

-400'e yakındır. 10-20 film çektiğim yıllar oluyordu.

-Dublör kullanır mıydınız?

-Yok, ben hiç dublör kullanmazdım.

-Nasıldı o zamanların çekim setleri?

-Şimdiki gibi değildi hiç. Çölde film çekerdik, gazete üstünde yemekler yenirdi. Su yok, bir damacana bulunurdu, o da ısınırdı hemen. Biz de sıraya girer beklerdik birkaç bardak almak için. Birinde İtalyanlarla ortak yapım bir film çekmiştik, adamlar bir araç getirdi, bir açtılar her şey var içinde soğuk,sıcak,tatlı,meyve, şarabına kadar. Herkesin bir sandalyesi, gölgeliği var, iki kişi hizmet ediyor filan. Bize gazeteye sarılı köfte geliyor, toprağa oturup yiyoruz. (Gülüyor.)

-Güneş Ne Zaman Doğacak diye bir filminiz var, o 80 döneminde, özellikle Maraş olaylarında sağ kesimi kışkırtan film olarak sunuluyor. Öyle değerlendiriliyor bazı mecralarda. Ne dersiniz bunun için?

-Peşlerinde Rus mafyası olan, vatan arayan 6 tane Türk'ün filmidir o. Onların arasında geçen bir maceradır, masum bir filmdir. O Maraş katliamı olaylarında öyle bir hale gelmişti ki ortam, herhangi bir şey, ufacık bir kıvılcım insanları tahrik etmeye yetecekti. O filmi kullanmayı seçtiler, herhangi bir şey olabilirdi bu ama onu kullandılar.

-Dünyayı Kurtaran Adam'ı sorayım size. Çok konuşulan bir film oldu.

-Dünya çalkalandı o filmle gerçekten.(Gülüyor.) Nereye gitsem soruluyor. Batıda da o tür filmler yapılmaya başlandı sonradan çöplük filmi denildi o tarz filmlere. Çok yorgunduk o dönem, bitmiş tükenmiştik. Ama anlaşmalar var bir yandan. Çetin İnanç'la ne yapalım diye konuştuk, harika bir adamdır o da. Bir film çekelim, eğlenelim, gülelim, dalgamızı geçelim dedik. Öyle yaptık Dünyayı Kurtaran Adam'ı. Halk çok sahiplendi sonradan ama.


-James Bond konusu var bir de benim çok merak ettiğim. Size teklif gelmiş galiba.

-Benim Londra'da filmlerim gösterilmişti. Avrupa'da George Arkın'dı benim adım.İran'da Fahrettin, Uzakdoğu'da Lee Arkın, İtalya'da da Steve Arkın derlerdi. O filmleri seyredince, o dönemde de üçüncü James Bond aranıyormuş, görünce geldi buraya David Pelham. Bir gayret göstersek olacaktı herhalde o dönem. Ama benim daha evvelden yurtdışı tecrübem vardı. Biliyorum oradaki çalışma şartlarını. Hep peşinde iki tane adam, özel hayatın yok. Omar Sharif'le tanışmıştım "Her şeyim var vatanım yok,çok mutsuzum." demişti. Hiç unutmam onu. Mutlu olacağımı düşünmedim o yüzden. Hemen zaten geldiler, bir hapse aldılar. Fotoğraflar, işte İngilizce dersleri vs. Orada bir oyuncu değilsiniz onlar için adeta bir metasınız. Sevemedim o yüzden.

-Toplum olarak filmlerinize ve size biraz önyargılı yaklaştığımızı düşünüyorum. Siz de öyle düşünüyor musunuz?

-Evet. Bir gün Boğaziçi Üniversitesi'nden çağırdılar beni, gittim ki büyük bir bez asmışlar, üzerinde "Sinema kulubü Cüneyt Arkın'ın Kara Korsan filmini utançla sunar." yazıyor. Sonra tabii gittik konuştuk, birkaç yıl sonra gittiğimizde aynı film "... iftiharla sunar." olarak yazıyordu. Tabii, gençler üzerinde çok oynanıyor. Kültür emperyalizmi diye bir şey var, Amerika bunu çok iyi becerdi. Çünkü bir toplumun gençlerini elde edersen, onun geleceğini elde etmiş olursun zaten.

-Kitabınızda ** şöyle bir şiiriniz var, bana dokundu biraz okurken. "..Ve bir gün doktor oldu, sonra 'artiz'/Malın gözüydü artık/Nice kadınlar sevdi, hiçbiri yoktu/Çünkü onları öpmüyor, karate yapıyordu/Yüzlerce film, o kadar köfte/Hayatı boyunca 'nayır,nolamaz' dedi/Geçenlerde öldü, reklam filmi çekerken."

-Evet, reklam filmi orada güzel bir ifade tabii. Bizim gibi insanların giderek, kazanması için, hayatını devam ettirmesi için reklamlara ihtiyacı oluyor.Çok acı bir şey değil mi? Bizim sanatçılarımızın nerede, nasıl öldükleri belli değil mi? Hüseyin Peyda'yı İzmir'de bir otel odasında bırakmışlar mesela. Erol Taş, Kadir Savun nasıl hayatlar sürdü belli değil mi?

-Son olarak söylemek istediğiniz bir şey, bir beklentiniz var mıdır izleyicinizden?

-Bakın kaç yıldır sosyal mecralar var, benim hakkımda bir cümle bile kötü bir şey sarf edilmedi. Nereye gitsem o insanların ailesinden biriymiş gibi karşılanıyorum. O yeter bana. Birisinde bir boyacı çocuk görmüştüm, donuyor çocuk soğukta. Ayakkabımı boyatayım da biraz da fazla para veririm, dedim içimden. Çocuk boyadı, ne kadar ısrar ettimse de almadı parayı. "Ben Cüneyt Arkın'dan para almam." dedi. Bir garip duygu bu yahu.

Cüneyt Arkın röportajımız böyle sonlanmıştı. Aşağıda bin bir emekle çekilen o filmlerden bir anıyı Cüneyt Arkın'dan dinleyebilirsiniz.




* Şafak Bekçileri filmi olmalı

 Röportaj: Salim Ece
Fotoğraflar: İrem Türkmen


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder