18 Eylül 2015 Cuma

Türk Tiyatrosunun Efsanevi İsmi Haldun Dormen ile Sanat Hayatı Üzerine

  Bu blogu kurduğumda amacım milli "değerlerimiz" e karşı biraz olsun vefa gösterebilmek, onların kıymetlerinin daha iyi anlaşılabilmesini sağlamaktı. Geçtiğimiz süre zarfında gerçekleştirdiğimiz röportajların da bunu sağladığını düşünüyorum. Fakat çok kurak zannedilen sanat alanımızın yahut hiçbir değer üretmiyor diye eleştirilen bilim dünyamızın öyle kıymetli isimleri var ki bunlara yetişmemiz mümkün olmuyor. Biz de ister istemez sadece bazıları üzerinde durabiliyoruz. Bütün bunlara rağmen kimi isimler var ki bu blog onlarsız olsa büyük bir parçası her daim eksik kalacak ve vicdanımız hiçbir zaman rahat bulmayacaktı. O isimlerin başında da benim için Haldun Dormen gelir.


 Röportajları oluştururken daima röportaj yapacağımız kişinin varsa biyografisini/otobiyografisini okur, yaptığı röportajları takip ederim. Bu güne kadar okuduklarım arasında beni hep şaşırtan ve hangi sanatçının biyografisine baksam karşımda gördüğüm iki büyük isim var: Muhsin Ertuğrul ve Haldun Dormen. Profesyonel anlamda tiyatroda 60 yılını devirmiş bulunan büyük tiyatrocumuz Haldun Dormen'i bugün Türkiye'de tanımayan yoktur. Fakat ya Türk tiyatrosuna armağan ettikleri; yetiştirdiği, hayatlarını birleştirdiği yazarlar, sanatçılar?

  Başar Sabuncu'dan Halit Ergenç'e; Muhsin Ertuğrul'dan Gürkan Uygun'a; Zihni Göktay'dan İzzet Günay'a;Yıldız Kenter'den Sadri Alışık'a; Münir Özkul'dan Cemal Reşit Rey'e;Gülriz Sururi'den Metin Serezli'ye; Cahide Sonku'dan Mücap Ofluoğlu'na kadar binlerce sanatçıyı, yazarı bir araya bağlayan koskoca bir ömürden söz ediyorum sevgili okuyucular. Türk tiyatrosunda pek çok "ilk"i başarmış, İstanbul Şehir Tiyatrosu'na tam 28 sene boyunca oynayacak olan Lüküs Hayat müzikalini armağan etmiş; Erol Günaydın, Nevra Serezli gibi pek çok büyük sanatçıyı yetiştirip sanat dünyamıza kazandırmış; neredeyse unutulup gitmeye mahkum olan, sanat dünyamızdaki en onurlu başkaldırıyı yapan Afife Jale'yi, adına düzenlenen büyük bir ödülle şereflendirip tekrar gün yüzüne çıkarmış; Dormen Tiyatrosu'yla Türk tiyatrosuna yepyeni bir soluk getirmiş; Otobiyografisinde hayat amacını gençlere faydalı olmak üzere kurup hayat felsefesini "Tek bir kibrit çakmak, bütün dünyayı aydınlatmak gibidir." sözüyle özetlemiş dev bir isim Haldun Dormen...

  Röportaj yapmayı teklif ettiğimizde bizi çok nazik bir şekilde Teşvikiye'deki evine kabul etti ve hayatına dair sorularımızı bütün mütevaziliği ve açık fikirliliğiyle yanıtladı. Röportaj sonunda da bizlere hayatımız boyunca unutamayacağımız harika bir günün anıları kaldı. Umarız siz de keyif alarak okursunuz.

-Haldun Bey her anı sanatla dolu bir hayatınız var. "Benim için tiyatrodan başka bir şey hiçbir zaman olmadı ." diyorsunuz.

-Sadece tiyatro değil, sinema da vardı.Ben Amerika'ya giderken sinemacı olacağım diye gittim.İyi bir tiyatro eğitimi alayım ondan sonra sinemacı olayım dedim, sonra esir düştüm tiyatroya.Sinema da yaptım tabii ama tiyatrocu olarak görüyorum kendimi.

-Peki nasıl oluyor da bu sinema/tiyatro aşkı hep içinizde olabiliyor?

-Bilmiyorum, ben öyle doğdum herhalde. Çünkü benim ailemde bir sanatçı yoktu. Sanata meraklı bir aileydi benim ailem evet, annem biraz piyano çalardı, babam müthiş uygar bir adamdı, zaten uygar bir adam olmasa 1950'li yıllarda oğluna "Hadi git tiyatrocu ol, ben sana yardım edeyim." demezdi. Tek şartı vardı: "İyi ol." dedi, "En iyisi olursan ben de hep arkandayım." dedi. Yani 50'li yıllarda gerçekten bu çok zor bir işti.

-Kitabınızın ilk bölümünde, çocukluk yıllarınızı anlatırken, çatıdan düşüp bacağınızı incitmenizi bir küçük dönüm noktası olarak görüyorsunuz.

-Bayağı bir dönüm noktası çünkü sakat kaldım gibi geldi bana, gerçi sakat kaldım ama hafif bir sakatlıktı, ondan sonra benim kendimi dünyaya kanıtlama isteğim meydana çıktı. İşte ben herkes kadar iyi spor yaparım, herkes kadar iyi dans ederim, herkes kadar iyi bilmem ne yaparım diye; o beni belki de iten şeylerden bir tanesi oldu.

-Hastanede yatarken bir tiyatro sahnesi, kuklalarla tiyatro yapılabilen bir küçük tiyatro istiyorsunuz o zaman ve size alınıyor o bir şekilde. 

-Evet, babam getirdi Almanya'dan. Bir kukla tiyatrosuydu; bir sahnesi vardı, arka taraftan kuklalar oynatılıyordu. Ben onda oyunlar yazmaya başladım. Yani o oyun yazmak beni çok eğlendirdi ve ondan sonra 50 kuruşa bilet sattık  komşu çocuklara, orada temsiller verdik. O beni yönlendiren şeylerden bir tanesi oldu.

-İlk yönetmenliğiniz diyebilir miyiz?

-İlk yönetmenliğim ve ilk yazarlığım, evet. (Gülüyor.)

-Sonra Galatasaray Lisesi yıllarınız var tabii.

-Evet, Galatasaray'a gittim ve orada ilk defa sahneye çıktım. İlkokulda işte herkes kelebek melebek olur, bizde yoktu öyle bir şey, ben ilk defa Galatasaray'da sahneye çıktım. Hakkı Bey diye bir öğretmenimiz vardı, kitapta da bahsediyorum ondan, ilk önce onun Demir Bank diye bir oyununda çıktım. 25 kuruşluk oynuyordum orada, işte paraları oynuyorduk ben de 25 kuruşluk olmuştum. Sonra aynı sene Kamp diye bir oyun yazdı ,orada da patenciyi oynadım. Sonra Robert Kolej'e gittim, orada tabii rahat rahat bir sürü oyun oynadım.

-O yıllarla ilgili olarak bir röportajınızda "Bugün bile geriye baktığım zaman arkadaşlarımı çok sevmeme rağmen okulu güzel hatırlamıyorum." demişsiniz. 

- Evet, okul çok sıkıydı. Yani koleje gittikten sonra rahat bir nefes aldım çünkü gerçekten çok sıkıydı. Bir tek işte teneffüs dediğimiz araya çıkardık, orada konuşursak konuşurduk yani hiçbir şey yoktu. Kolejde gayet rahattım, orası daha serbestti, bir sürü şey vardı. Ne bileyim işte Eski Türk Müziği Kulübü'ne giriyorsun, spor yapıyorsun... Galatasaray'da futboldan başka bir şey yoktu.

-Peki öyleyse, Robert Koleji yıllarınızdan bahseder misiniz biraz da? 

-Robert benim için mutlu günler oldu çünkü serbest bir okuldu. Yani tiyatronun dışında da bazı şeyler daha rahattı. Hocalarla ilişkiler daha rahattı, işte kız kolejine gidip gelmeler vardı, yeni arkadaşlar vardı, daha medeniydi; yani mesela biz kolejden kaçıp aşağı meyhanede kafaları çekebiliyorduk, sonra gece gizlice gelip pencereden içeri girebiliyorduk. Galatasaray'da bunu düşünmek bile mümkün değildi yani. Onun için yani tam bir sempatik okul yaşamı oldu benim için kolej.

-O yıllarda sanırım tiyatroyla da daha içli dışlı oldunuz.

-Orada RC Players (Robert Koleji Oyuncuları) diye bir şey vardı, ona katıldım. Fazla da üzerinde durmadım, "Benim bütün hayatım tiyatroda geçecek, okulda da uğraşmayayım fazla." dedim. İnanmayacaksınız ama orada da entrika vardı, rolleri almak için entrika yapıyorlardı birbirlerine. Ben çok uğraşmadım rol almak için filan orada. En çok severek yaptığım şey işte "Kampüs Çılgınlıkları" diye bir şeydi. Orada birtakım insanları bir araya getirip senede bir kere bir show yapardım okuldaki çocuklarla. Hatta bir tane çok güzel anım var bununla ilgili: Bizim bir tane Prof. Allan adında bir disiplin hocamız vardı, felaketti. "You go home! You go home!" diye herkesi eve gönderirdi. Ben işte bu "Kampüs Çılgınlıkları" için prova yaparken o da arkada oturuyordu. O sırada aklıma geldi "Prof. Allan sizden bir şey rica edebilir miyim?" dedim. "Nedir?" dedi gayet sert bir ifadeyle. "Burada şarkı söylenirken bir yerde girseniz ve 'You go home' deseniz" dememe kalmadan sahneye fırladı, "Nereden çıkacağım, buradan mı?" filan diye sormaya başladı. Onu da oynattım ve kıyamet koptu tabii.

-Kolejden sonra sizin, diğer öğrencilerden farklı olarak, Yale Üniversitesi'ne gidip eğitim görmek gibi bir hayaliniz, amacınız olmuş. Nereden geliyor bu istek?

-Evet, şimdi ben orayı nereden biliyorum çünkü kolej mezunu Tunç Yalman ve Şirin Devrim oradalar diye duydum. İki tane Türk orada olduğu için ben Yale'e mektup yazıp acceptance istedim. Yoksa benim Yale'den haberim yoktu, kavram olarak biliyordum ama bir drama school'u olduğunu bilmiyordum. Zaten Amerika'nın ilk drama school'u da Yale. O zaman çok kolaydı girmek. İki tane Amerikalı hocam çok güzel mektup yazdılar bana ve girdim ben.

-İyi ama bugün bile, 2015'te, tiyatrocu olmak isteyen çocuklarına aileler iyi bakmıyor. Nasıl oldu da gidebildiniz siz?

-Bir mucize gerçekten, benim öyle bir babam olması bir mucize. Dünyaya açık bir adamdı babam; biz  sürekli konserlere giderdik, oyunlara giderdik. Dolayısıyla annemi de etkiledi, annem de öyle olmak zorunda kaldı. Tabii annem ilk başta çok memnun olmadı benim oyuncu olmama ama...

-Ne kadar sanat sever bir aileniz de olsa Yale'den kabul aldığınızı ailenize söylemeniz o kadar da kolay olmamış ama.

-Olmadı, söyleyemedim zaten. Herkes biliyordu, babamla annem bilmiyordu. Sonra babam bir Amerika seyahati yaptı, ben de babam Amerika'dayken ona uzun bir mektup yazdım. Babam da çok güzel bir mektup yazdı, şimdi o mektubu ben kaybettim ama çok güzel bir mektuptu. İşte o mektupta diyordu "Olacaksan ol ama en iyisi ol." filan diye. Enteresan bir şey, birkaç yıl sonra da Genco Erkal'ın babası babama telefon açmış, "Oğlum artist olmak istiyor, ne yapayım?" demiş. Babam da "Bana mı soruyorsun?" demiş, "Olacak, yapacak bir şey yok." demiş.(Gülüyor.)

-Sonra nihayet Yale Üniversitesi'ne gittiniz.

-Evet, Yale Üniversitesi'nde çok mutlu oldum. İlk başta tabii sudan çıkmış balığa döndüm. Herkes tiyatrocuydu, ben Türkiye'den geliyorum, tiyatroyla direkt bir ilgim yok. Çoğu da benden büyüktü oradakilerin, bir de Veteranlar vardı, savaştan gelenler, onlar bedava okuyorlardı. Fakat sonra çok kısa bir zamanda, üç dört ayda, ben oranın en vazgeçilmez parçalarından birisi hâline getirdim kendimi. Herkesle çok yakın dost oldum; beni bir Türk olarak, bir yabancı olarak görmediler yani, kendilerinden bir parça olarak gördüler, ben yine de Türklüğümü hep söyledim ama.

-Burada sizin için çok önemli olduğunu düşündüğüm iki tane oyunla sahneye çıktınız: Sofokles'in Elektra'sı ve Çehov'un Evlilik Teklifi. Bunlar Yale'de kendinizi gösterdiğiniz oyunlardı galiba. Neler hissettirdi bu oyunlar size?
Haldun Dormen-Saranac Lake/ABD

-Şimdi o zaman ben ayağımdan dolayı oyuncu olmak istemiyorum, yönetmen olmak istiyorum diye düşünüyordum. Ama işte yönetmen de olursanız size sahne yaptırıyorlardı. İşte orada Elektra'yı Türkçe, Evlilik Teklifi'ni de İngilizce oynadık. İkisi de başarılı geçti ve de hoşlarına gitti Türkçe'yi duymak. Çünkü biz sahnede yapardık, ondan sonra aktörlük hocamız sınıftaki insanlara eleştirtirdi, herkes de düşüncesini söylerdi.

 Sonra, birkaç ay sonra, ben işte mecburen sahneleri yapıyorum. Jül Sezar'dan bir sahne yaparken, sahne boş tabii, Miss Welch geldi, (benim en sevdiğim, saydığım, her şeyi ondan öğrendiğim hocam) "Ayağınla komik bir şey yapıyordun demin. Niye yaptın, hiç gereği yoktu." dedi. Ben de boş bulundum "Benim ayağım sakat." dedim. Kadın şoke oldu, çok üzüldü, kıpkırmızı oldu çünkü haberi yoktu. Sonra gittim dedim ki "Miss Welch size çok teşekkür ederim. Çok affedersiniz, pot kırdım ama madem siz bacağımı bu kadar zamandır fark etmediniz, ben bununla gayet rahat oyunculuk yaparım." dedim.

- Amerika'ya gittiğiniz ilk andan itibaren "Bir gün burada her şeyi öğrenip Türkiye'ye geri döneceğim." diye düşünüyorsunuz, orada kalmayı hiç düşünmüyorsunuz.

-Evet. Geçen gün bana yine sordular "Niye döndünüz, dönmeseydiniz." diye. "Ben isteyerek döndüm." dedim. Seve seve döndüm ve bir tek gün de pişman olmadım.

-Neden böyle bir düşünceniz oldu?

-Çünkü Türkiye'de bir şeyler yapmak istedim. Ben Türkiye'yi seviyorum, Türklüğümü seviyorum, yani gerçekten buraya gelmekten çok mutluyum bu karmaşık devirde bile. Onun mücadelesini vermek hoşuma gidiyor. Ben Türk'üm, Türkiye için bir şey yapmak istiyordum. Tabii Türkiye'den dışarı sesimi duyurmak da istiyorum, o başka.  Benim orada bayağı imkânlarım da oldu aslında. Biz Yale'de yazları tatildik, ilk yaz ben Hollywood'a gittim, orada Pasadena Playhouse'da bayağı roller oynadım yani. Bazı filmciler ilgilendiler, yani kimse önüme büyük bir kontrat getirmedi ama ilgilenenler oldu, orada kalsaydım bir şeyler olacaktı herhalde.

-O sıralar tatil için İstanbul'a döndüğünüzde de sizin için çok önemli bir isimle tanışmışsınız. Ondan bahseder misiniz?

-Tabii, Muhsin Ertuğrul. Hamit Belli diye Galatasaray'dan çok sevdiğim bir arkadaşım vardı, babası da eski aktörlerden Emin Belli'ydi. Ben onun için Galatasaray'da hep sokuldum Hamit'e babası artist diye. (Gülüyor.) Hamit'in bana çok yakın bir dostluğu oldu ve onun vasıtasıyla geleceğim yaz Muhsin Ertuğrul'dan randevu aldırdım. "Ben döndükten sonra sizinle çalışmak istiyorum." dedim. Korkarak gitmiştim ama çok şeker karşıladı beni Muhsin Bey. Böylece Amerika'dan döndüğüm günün ertesi günü ben oraya provaya gittim. Prova yapmadım tabii ama provalara girdim.

Haldun Dormen-Devlet Sanatçısı
-Muhsin Bey'le biraz çalıştıktan ve Cep Tiyatrosu'ndan sonra da o efsane olmuş Dormen Tiyatrosu'nu kurdunuz.

-Benim hep tiyatro kurmaktı niyetim. Yani Amerika'dan beri ben hep Türkiye'ye gelip bir tiyatro kurmak istiyordum. Ama işte bir süre Muhsin Bey'le çalışıp tiyatroyu öğreneyim dedim; ne var ne yok, kim var kim yok, Türkiye'de tiyatro nasıldır diye. Cep Tiyatrosu'nu yaptıktan sonra da çok istediğim şeyler olmaya başladı, böylece Dormen Tiyatrosu'nu kurduk. Tabii ilk kurulduğu zaman bir sürü hatalar yaptım ama bir sürü şey de öğrendim.




-Benim en dikkatimi çeken noktalardan bir tanesi de sizin tiyatronuzda yer alan, öğrenciniz olan oyuncular genelde halka mâl olmuş, çok sevilen oyuncular. Erol Günaydınlar, Altan Erbulaklar, Metin-Nisa Serezliler... Başka tiyatrolarda, çok usta tiyatrocuların öğrencileri de olsa, bu kadar sivrilemiyor oyuncular. Sizin yönteminiz nedir acaba?

-Bence çok önemli bir şey var, ben karşımdaki insanı benim dengimde bir insan gibi görüyorum. İşte "Ben çok büyük oyuncuyum, ben üstadım"  filan öyle bir şey yok bizde. Zaten Dormen Tiyatrosu'nun aile gibi olmasının, efsane olmasının sebebi de o. Herkesin yeri eşitti. Yani işte ben başka otelde filan kalmazdım. Hep beraber giderdik, sefaleti de beraber çekerdik lüksü de beraber yaşardık. Başrolleri de her zaman ben oynamazdım. Kimi zaman ben oynardım, kimi zaman Metin oynardı, kimi zaman da Altan Erbulak oynardı. Herkes sırasının geleceğini bilirdi. Ben o yüzden hayatımda bir kere bile "Benim tiyatrom" demedim, hep "Bizim tiyatromuz" dedim.

-Siz "Ben hiç keşke demedim hayatta, kararımı verdim ve hep önüme baktım." diyorsunuz ama 1972'de Dormen Tiyatrosu'nun kapanması oyuncular ve sanatseverler üzerinde büyük üzüntü yarattı. Neden böyle bir karar verdiniz? 

-Çünkü artık gidecek bir yeri yoktu. Parasal olarak da gidecek bir yeri yoktu, oyuncuların da bir kısmı kendi tiyatrolarını kurmak için ayrılmışlardı. Sonra kış turnesine çıkarılanlar biraz söylenmeye başladılar, dedim ki "Bu iş bitti, bu tiyatronun yeniliğe ihtiyacı var." Misyonunu tamamlamıştı bence artık. Kapattığımızda çok üzülenler, ağlayanlar, ayılanlar, bayılanlar oldu  ama bir yandan da çok iyi oldu çünkü ondan sonra başka şeyler öğrendim, başka şeyler yaptım.

-Tiyatrocu yönünüz öne çıktığı için pek kimse bilmez ama "Tarihte ilk defa tiyatro sinemanın borcunu ödedi." dediğiniz, ödüllere boğulan fakat gişede batan 2 tane de çok güzel film çektiniz. Neden izlenmedi bu filmler?

-Çünkü zamanından önce yapıldı. Yani zamanına uygun filmler değildi. Bugün olsa olabilirdi. Ama olsun, filmciliğimi de yapmış oldum böylece.

-Özellikle tiyatroyu kapattığınız sırada yoğunlaşan bir televizyon hayatınız var. Birçok programda yer aldınız. Neydi sizi televizyona yönelten?

-Tabii ben televizyonu seviyordum yani sinemayı da sevdiğim için. Böylece ben 1973'ten 1990'a kadar bir sürü program yaptım. Kamera Arkası'nı yaptım, Babalar ve Oğullar yaptım, Unutulanlar dizisini yaptım ve orada ilk defa Afife Jale'yi çıkardım ortaya, Meral Taygun oynadı Afife'yi. Yani birçok program yaptım ve keyif de aldım bunları yaparken.

-İlkini kapatırken "Bir daha kesinlikle tiyatro açmayacağım." diye düşünmenize rağmen, 2. Dormen Tiyatrosu'nu kurdunuz. Nasıl gelişti bu süreç?

-Egemen Bostancı'nın etkisi oldu bunda. Egemen Bostancı'yla çalışıyordum ben, çok da mutluydum onunla çalışmaktan. Egemen Bostancı bir gün bana Feriköy'deki bir tiyatro için "Gidip bir baksana, belki orada bir komedi tiyatrosu yaparız." dedi. Ben de gittim, baktım gayet iyiydi. Yani binayı bir hâle yola koysak  bütün hasarına rağmen çok güzel akustiği olan bir binaydı. Biz orada başladık çalışmaya, sonra bir gün Egemen bana "Affedersiniz ama buranın adı neden Egemen Bostancı Tiyatrosu oluyor? Her şeyi siz yapıyorsunuz, Dormen Tiyatrosu olarak yapalım." dedi. Emrivaki oldu yani. 17 sene de sürdü sonra.

-Tabii tiyatromuza damgasını vurmuş Lüküs Hayat oyununu da atlamamak gerekiyor. 
-İlk önce yapmak istemiyordum ben onu. Çünkü bir kere yapmıştım televizyonda, iyi olmamıştı. Fakat Gencay Gürün ağzımdan girdi, burnumdan çıktı ve ben yaptım. (Gülüyor.) İyi ki de yapmışım. Geçen sene 3 tane yaptım yine biliyorsunuz: İzmir Operası, Mersin Operası, Eskişehir Şehir Tiyatrosu. Hatta Şehir Tiyatrosu'ndaki burada,Zorlu'da, 3 gece 7000 kişiye oynadı.

-İstanbul Şehir Tiyatroları'nda, ilk yaptığınız Lüküs Hayat da 28 sene oynuyor.

-Lüküs Hayat'ın garip bir büyüsü var. Nerede yapsak tuttu. Bir de Zihni Göktay'ın doğaçlamaları var tabii, bana göre rüküşlük ama...(Gülüyor.) Ben sevmezdim ama o yapardı. "Patron hoşlanmaz ama ben yine de yaptım, kusura bakmasın." gibi laflar ederdi. Sahneye çıktığım zaman zaten ben diyordum ki "Bu akşam iki oyun seyrettiniz: Birincisi benim sahneye koyduğum Lüküs Hayat, ikincisi Zihni Göktay One Man Show" (Gülüyor.)

-Hisseli Harikalar Kumpanyası'nda da böyle bir mesele olmuş galiba. Yani sizin yönettiğiniz oynanan oyun arasında farklar olmuş. Anlatır mısınız bunu?

-Evet. Kadıköy'de oynanırken gittim bir gece gizlice. Oyuncuların geldiğimden haberi yoktu. Gittim sahne arkasına, topladım herkesi. Dedim ki "Ben ismimi çıkartıyorum oyundan." Akıllarına geleni söylüyorlar, olmaz öyle şey. Tiyatroda buna çok karşıyım.

-Kim vardı topladığınız oyuncular arasında?

-Adile Naşit, Erol Evgin, Ayşen Gruda, Kartal Kaan herkes vardı işte. Sonra ben sinirlendim sinirlendim, masaya tekme attım. Sonra gazetecinin birisi "Neden masaya tekme attınız?" diye sordu, "Ee ne yapacaktım, Adile Hanım'a mı tekme atacaktım?" dedim. (Gülüyor.)

-2001 yılında 2. Dormen Tiyatrosu da izleyiciye veda ediyor. Nedeni neydi bunun?

-Evet. Maddi sıkıntılardan dolayı kapatıldı. Bir de depremden sonra bizim tiyatro aşağıda diye kimse gelmemeye başladı. Yani rağbet azaldı. Bir de devresini doldurdu gibi geldi artık bana.

-"Kapattıktan sonra herkes üzülmesine rağmen ben daha özgür ve daha çok katkı sağlayarak devam ettim yoluma." gibi bir ifadeniz var.

-Çok mutlu oldum kapattığıma. Çünkü artık Mersin Operası'nda istediğim gibi oyun sahneye koyuyorum. İzmir'e gidiyorum. Eskişehir'de 6 tane oyun koydum sahneye. Hem Eskişehir'in büyüsünü gördüm hem Eskişehir'deki çocuklarla çalışma fırsatı yakaladım. Bir kelime Kürtçe bilmememe rağmen Diyarbakır'da Kürtçe oyun koydum sahneye. Eğer kapatmasaydım işte bunları kaçıracaktım. Bütün bunlar tabii hoş şeyler. Şimdi mesela rol teklifi geliyor, istersem oynuyorum istemezsem oynamıyorum. Mesela Moliere'i teklif ettiler, çok hoşuma gitti. Çünkü ben Moliere'i çok severim, sahneye koydum fakat hiç oynamadım. Onun için işte 300 defadır oynuyorum. Şimdi Müfettiş'i teklif ettiler. Orada da kaymakamı oynuyorum. Ondan da büyük keyif alıyorum. İnşallah iyi olur o da. Bir film teklifi geldi işte vakit bulursam onu yapacağım.

-Hep sorduğumuz bir soru var bizim tiyatroculara. Diğer birçok tiyatrocuya göre karamsar bakış açısından çok uzak olduğunuz için sizin cevabınızı özellikle merak ediyorum: Tiyatroyu nasıl görüyorsunuz bugün?

-Ben çok iyi görüyorum. Bir kere yazar çıkıyor; yazar demek, tiyatro demek. Biz de çok fazla yazar yoktu. Yazar olmadan bir Türk tiyatrosundan bahsetmek mümkün değil. İşte şimdi bunlar çıkıyor. Bir tane iki tane değil bayağı insan çıkıyor. Devletin politikası çok şeyi baltalıyor şu an ama ben geçeceğine inanıyorum, geçecek.

-Son olarak sizin söylemek istediğiniz bir şey var mı?

-Ben umutsuzluğa çok karşıyım. Umutsuzluk demek, hayatı bitirmek demek. Bugün belki Türkiye'nin durumu insanları umutsuzluğa sevk ediyor ama öyle olmalarına gerek yok. Bu ülke karmakarışık bir durumdan 1923'te cumhuriyeti kurmuş; nasıl olsa altından kalkarız yine.


  Röportajımızın böylece sonuna geldik sevgili okuyucular. Umarız keyifli bir röportaj olmuştur. Sizlere birinci Dormen Tiyatrosu'ndan sonra ikincisinde de sansasyon yaratan oyun, Şahane Züğürtler'i sunuyoruz.





Röportaj: Salim ECE
Fotoğraflar: İrem TÜRKMEN