Bütün bunlara rağmen, ilgililerin hatırlayacağı gibi, geçtiğimiz sezon sonunda Bakırköy Belediye Tiyatroları'nda çok sevindirici gelişmeler yaşandı. 59 oyuncunun sözleşmelerinin askıya alınmasıyla ve sezonun ilgi çeken oyunlarının programdan kaldırılmasıyla tepki toplayan Bakırköy Belediye Tiyatroları'na yine BBT'nin duyarlı tiyatrocuları el attı ve bu gidişata bir "Dur!" dedi. Bir tiyatro devrimiyle BBT'nin kaderini eline alan bu değerli oyuncular, en sonunda istedikleri genel sanat yönetmenliği seçimini elde etmeyi başardılar.
Bu sürecin bayraktarları arasında; seçim sonucunda "Bakırköy Belediye Tiyatrosu Genel Sanat Yönetmeni" ünvanını elde eden, hepinizin yakından tanıdığı başarılı sanatçı Alican Yücesoy da var. Sarı Sokak Lambaları olarak biz de süreç hakkında daha iyi bilgi sahibi olabilmek ve bu değerli sanatçıya sorularımızı yöneltmek için kalktık ve Bakırköy Belediye Tiyatroları'na gittik. Son derece doyurucu bir sohbet gerçekleştirdik ve bunun sonucunda güzel bir röportaj çıktı ortaya. Umarım sizi de tatmin eden bir röportaj olmuştur. İyi okumalar!!
-Aralarında böyle bir aylık filan bir zaman olması lazım aşağı yukarı.Ben aslında okulda sınava girmiştim. Sonra işte girdik, kazandık sınavı. Okulun başlamasına belli bir zaman vardı. Ben Bursa'da yaşıyordum işte, sonra Bursa'ya döndüm. Döndükten üç gün sonra beni arayıp "Bakırköy Belediye Tiyatrosu'nda bir audition yapılacak; hoca senin de katılmanı söyledi, git katıl." dedi bana Adnan Tönel, hocanın o zamanki asistanıydı bizim okulda. Ben de bayağı mutlu mutlu geldim, burada auditiona katıldım. Çok güzeldi tabii, bir sürü insan vardı auditiona katılan; çoğu mezundu tabii haliyle. Melih Kibar, Selçuk Borak, Turgay Kantürk bunlarla böyle bir audition yapıldı. Tabii ben daha antrenmanlıydım daha yeni bir sürü sınava girmiş biri olarak. Sonra işte burada başladım "Kuzguncuklu Fazilet" diye bir oyunla. Daha doğrusu provasına başladım; o oyun çıkmadı hiçbir zaman. Çünkü birazcık sakıncalı bulundu herhalde o dönem için. Biraz böyle Aşkale falan o hikâyeleri anlatıyordu, biraz sürgünü anlatıyordu, insanların ihraç edilmesini anlatıyordu biraz; tabii böyle hicivle. Müzikaldi. Çok güzeldi, çıkma noktasına kadar çalışıldı her şey; dansları, şarkıları her şey harikaydı. Benim için iyi bir ilk deneyimdi. Diyorum ya: Selçuk Borak'ın koreografi yaptığı, Melih Kibar'ın müziklerini yaptığı, hepimizi tek tek çalıştırdığı çok güzel bir deneyimdi.
O oyun çıkmadı ama ben işte başka bir oyunda figürasyon yaptım falan yani işin her aşamasını görerek, bilerek, aynı zamanda özel tiyatroda da çalışıp, bir yandan okula devam edip falan böyle gelişti aslında.
-Ondan sonra, belki siz kabul etmeyeceksiniz ama, hızlı ve bugünlere kadar süren bir yükseliş gösteriyorsunuz.
-Bence her şey aynı. Bana her şey aynı gibi geliyor. Ne bileyim, aynı yerde duruyor işte her şey. Hani ivme kazanıp bir şey yapmış gibi hissetmiyorum. Yeni başlamış gibi hissediyorum hatta çoğu zaman. Sadece saçma sapan fikrim olduğunu filan düşünüyorum bazen o kadar, yani onun dışında öyle ekstra bir şey gelişmedi.
-Saçma sapan fikirler derken senaryo yazmak anlamında mı?
-Yok,yok. Bir sürü şeyle ilgili. Yani senaryo yazmak bunların en sonunda filan yer alıyor olabilir. Ne bileyim işte hayatla ilgili falan filan, öyle şeyler...
-Rollerinize baktığım zaman çok farklı karakterlerle karşılaşıyorum: Şubat var mesela, Adanalı'daki Tilki Timur karakteri var, Son Osmanlı:Yandım Ali filminde Atatürk rolü var, İntikam dizisinde bambaşka bir karakter... Bu siz istediğiniz için mi böyle oluyor yoksa öyle mi denk geliyor?

-Yani tabii ki tercih bu yönde ama şöyle bir şey var, bana roller farklı gelmiyor aslında. Kendi tercihim şu noktada başlıyor birazcık: Benim aynı şeyi yapmakla ilgili sıkıntım var. Bunu zaten yaptım, bir daha aynı şeyi yapmak istemem. Yoksa tabii ki Atatürk oynadıktan sonra üç yüz bin tane daha Atatürk oynar mıyım diye iş tabii ki geldi ama yapmak istemedim. Çünkü bir defa yaptım, başka birisinin yapması lazım, daha iyisini yapması lazım. Özellikle bu tip rollerde, yaşayan karakterler için gerçekten yapılanın daha iyisini birilerinin yapıyor olması lazım, bir sonrakinin daha iyi olabilmesi lazım. Haliyle benim kendimi tekrarlamama, benim kendi yaptığımın daha iyisini yapmaya çabalamama gerek yok o noktada; başkası daha iyisini yapacak çünkü.
-Peki, izin verirseniz ben tiyatro konusuna geçmek istiyorum; çünkü çok olaylar oldu geçtiğimiz aylarda. Siz 15 yıldır Bakırköy Belediye Tiyatroları'ndasınız, sürecin de bilfiil içindeydiniz. Neydi BBT'nin sıkıntıları? Ne oldu da buralara geldi iş?
-Yani bu sıkıntılar, nasıl diyeyim... Bir sürü sıkıntısı vardı tiyatronun. Bu bizim tiyatroya özel bir şey değil yani. Bir sürü tiyatronun sıkıntısı var ve aslında bu sıkıntılar birbirine benziyor, birbirinden ayrı sıkıntılar değil aslında bunlar. Ama tabii ki benim kendi adıma ve buradaki bütün insanların kendi adına farkındalık süreci birazcık zaman aldı. "Bizim de taşın altına elimizi koymamız lazım." süreci aslında önemli bir süreç. Yoksa her tiyatronun problemi var: Kurum tiyatrosu, özel tiyatro... Tiyatro yapmak zaten kendi başına zor bir şey ve problem, aradıktan sonra kolay bulunan bir şey. Ama tabii ki benim de bu işi on beş yıldır, işin mutfağından beri yapan birisi olarak kendimce bir sürü gördüğüm problemi vardı. Ama neyse ki yalnız değildim, o problemleri gören tek kişi değildim. Buradaki kendi jenerasyonum olan arkadaşlarımla buna dur demiş olduk aslında birazcık; dur demek için çabalamış olduk.
-1-2 senelik mevzular mıydı bunlar, yoksa ezelden beri olan sıkıntılar mı?
-Ezelden beri olan şeyler. Tiyatroda "problem" diyeceğin şey zaten uzun vadede probleme dönüşen şeyler olur. Yani öyle kısa vadede problem olmaz tiyatroda. Tiyatroda problem ya çözülür ya da kabullenilir ve olağan kabul edilmeye başlanır bir süreden sonra. Genel olarak tiyatro bence hep aynı şeyi yaşıyor o noktada.
-Burada sizin yaşadığınız problem de yönetmeliğin uygulanmaması mıydı?
-Evet,aynen. Tabii ki ben; bundan çok önce, 15 sene önce de bu vardı demek için çok mantıklı birisi olmayabilirim. Çünkü meraklı değildim ki zaten tiyatronun yönetilme şekline ya da nasıl yönetildiğime. Aynı ülkenin benzeri bir durum yani: Nasıl ki ülkede insanlar nasıl yönetildiklerini uzunca bir süre fark etmiyorlarsa ben de tiyatroda kendi adıma uzunca bir süre nasıl yönetildiğimi bilmedim. İş, gitmek ya da kalmak noktasına vardığında "Bir dakika lan, ben nasıl yönetiliyorum da bundan vazgeçebiliyorum?" dedim, orada da gördüğüm şey tam anlamıyla özgür bir yönetim şeklinin olmadığı. Kurum tiyatrolarının genel bir problemi bu. Kolektif yönetim şeklinin olmadığını, kolektif sanat üretiminin olmadığını düşünüyorum ben. Bunlar olmadığı zaman, bu işin seyirciyle yapılan bir sanat olduğu gerçeğini de atlarız; o zaman seyirciyle de kolektif olarak bir şey yapamamaya başlarsın. Çünkü tiyatronun en baba aktörü seyircidir her zaman. Yani o kendi sözünü söylemeye geldiğinde, tiyatro oyunu o zaman bütünleşir, o zaman oyuncusunu bulur, o zaman sahnesini bulur tam anlamıyla.
Haliyle bütün bu kolektif bilinçten uzak bir şekilde yönetiliyordu. Yönetimden başlar bu, oyunun sahnelendiği noktaya kadar devam eder, yani seyirciye kadar... Şimdi artık bunun değişmesi süreci bizde gerçekleşiyor.
-Aynen, aynen öyle. Aslında diyorlar ya "Bu her sene yapılıyordu." diye, evet her sene yapılıyordu. Ben girdiğim zaman konuk oyuncu diye bir şey yoktu tiyatroda. Girdiğimde sadece yevmiyeli oyuncu diye bir şey vardı, ben de yevmiyeli oyuncuydum. Fatih Koyunoğlu'yla beraberdik o zaman burada ve yine aynı isyankâr iki adamdık; o kendi isyanıyla kendi tiyatrosunu kurdu ben de kendi tiyatromu kendi arkadaşlarımla isyanla kurtardığımı düşünüyorum. O zaman da bir isyanla konuk oyuncu olma hakkını elde etmiştik mesela, o zamana kadar yoktu. O hakkı da ilk elde eden insanlardan biriyiz aslında. Onu elde ettik ama tabii şöyle bir süreci var bunun: Konuk olduğun zaman da belli bir süre çıkartılıyorsun işten, çünkü o yaz döneminde çalışmıyorsun, sonra da kurum seni tekrar geri alıyor çünkü devam eden oyunun var. Bu da uzun yıllar böyle devam etti. Sonrasında bundan doğan haklarını bilen insanlar, benim arkadaşlarım, dediler ki: "Biz toplu iş sözleşmesine dahil olmak istiyoruz." Ve aslında o süreç bence biraz rahatsız etti, dengeleri bozdu. Çünkü toplu iş sözleşmesinde "Haydi git bakalım, o üç ay yoksun, ben sana para ödemem." demiyordu, "Sen burası için çalışan birisisin, tiyatronun çalışma sistemi üç ay durmaksa sen de dur ama paranı al çünkü zaten prova zamanında sen normalde 8 saat olan çalışma şeklinin ötesine geçiyorsun, 12-15 saat çalışıyorsun, cumartesi-pazar çalışıyorsun, hem oynuyorsun hem prova yapıyorsun hem de yönetimde yer alıyorsun, yani sen zaten normal insan gibi çalışmıyorsun." diyordu. Bunun imzalanıyor oluşu bir sürü insanı rahatsız etti tabii bence. Ve ne yazık ki aslında burada rahatsız olan insanların tiyatrocular oluşu, tiyatronun kendi yöneticileri oluşu aslında daha vahim bir durum.
-Yani belediyeden ziyade, tiyatrocular mı rahatsız oldu bu süreçten?
-Evet. Sonuçta burada genel sanat yönetmenliği gibi bir durum var. Yani bu, bir sürü şeyin ötesinde bir durum. Sen burada "Bir dakika kardeşim, ben bu insanları çıkartmıyorum." dediğin zaman çıkartmıyorsun demektir, o bir tavır koymaktır, bir duruştur o. Buranın, bunu deme hakkı varken demiyor olmasıyla başlıyor bence problem. Orada idareci, sanatçı durumu yok yani. Orada, buradaki insanların kendi görevlerini usulünce yapmaması var bence.

-Bir kere seçim olması hikâyesiyle mücade ettik tabii ki. Çünkü aslında seçimimizin bir ay önce yapılıyor olması lazımdı, bizim talep ettiğimiz şey bir ay önce yapılmasıydı. Eğer bir ay önce yapılsaydı o zaman biz bu "idari tatil" denilen bir aylık süreçte boş oturmayıp çalışabiliyor olacaktık, kaldı ki biz yine de boş oturmadık, çalıştık; ama yine de bir ay önce çalışmaya başlıyor olacaktık ve o da tabii ki buradaki üretimin hızlanması demekti. Bizim birazcık o noktada elimiz yavaşlamış oldu ne yazık ki. Ama zaten talebimiz belliydi: Seçim yapılması, seçimle birlikte gelen bir genel sanat yönetmeni ve onun yöneteceği bir tiyatro. Aslında geç de olsa kazandığımız bir şey bu. O süreçte tabii ki sürekli olarak belediyeyle iletişime geçmek istedik fakat kötü bir imajımız vardı, çünkü iki senedir kötü bir imajımız var aslında ne yazık ki, o kötü imajdan doğan bir asla ciddiye alınamama ya da tam olarak görüşememe, görüştüğünüz zaman birbirini anlamayan taraflar durumları söz konusu oldu. Süreçle aşıldı tabii bu. En büyük zorluklar bunlardı aslında. Sonrasında kolaylaştı tabii ki her şey. Birbirini anlayabilen birimler hâlini aldık. Birlikte çalışmak durumunda olan, bunun bilincinde olan birimler hâlini aldık; ama ilk etap çok zorladı bizi.
Bir de tabii ki ondan öncesinde, hani daha buraya, belediye kanadına geçmeden önce aslında, burada çalışanlarla ilgili olan süreç çok zorladı. Çünkü burada vekaleten birisi oturuyor ama bizim arkadaşımız, büyüğümüz, ağabeyimiz yani. Onun burada bir görevi var ve görevini aslında bir sanatçı gibi yapmadığını görüyor olmak çok zorlayan bir süreçti. Sürekli ona görevini hatırlatıyor olmak ve onun yine de bunu çok ciddiye almıyor oluşu zorladı bizi. Sonrasında tabii her şey yumuşadı, daha rahatlamaya başladı.
-Genel sanat yönetmenliği seçiminin olduğu gün verdiğiniz röportajda söyledikleriniz birçok şeyi çok güzel anlatıyordu aslında. Benim çok hoşuma gitmişti. Dediniz ki "Biz ilk yola çıktığımızda bize: 'Uğraşmayın, burası düzelmez. Hiçbir şey olmaz. Başkalarının dediği olur.' dediler. Biz de 'Denediniz mi?' diye sorduk. Gördük ki denenmemiş. Biz denedik, oluyor. Deneyince her şey oluyor."
-Aynen öyle. Hâla denemeye devam ediyoruz bir sürü olmaz denen şeyi. Bir sürü "imkan yok" denen şeyi deniyoruz. Zaten tiyatronun olayı budur yani. Tabiat dışında her şeyin karşısında durur tiyatro, her şeye muhalefet yapar.Bir tek tabiata bulaşmaz. Tabiatın hiçbir şeyine bulaşmaz, ona bulaşmak haddine değildir yani. Bütün sanatlar böyledir ama en çok tiyatro böyledir. Tabiata hiç girişmez, onunla asla karşı karşıya gelmez. Onun dışında her şeyi dener, denemek zorundadır. Biz birazcık görevlerimizi unuttuk bence tiyatrocular olarak. Bu konuda ben hiç "İktidar bunu yaptı; hükumet, devlet bunu yaptı." kafasında değilim. Devlet onları zaten yapıyor, yapacak da. Bu olmasa başka birisi gelecek o yapacak. Bütün idari yönetimler bunları yapmaya devam edecek. Yani falancıymış filancıymış, o partiymiş bu partiymiş, o taraftaymış bu taraftaymış hiç alakası yok. Bunu yapmadığı gün zaten şaşkınlıkla geçireceğimiz zaman başlayacak bizim. "Nasıl olabilir bu?" diyeceğiz. Yani bu olacak, hep böyle olacak. Hep biz takacak bir şey bulacağız, onun için bu işi yapıyoruz. Ama burada suçu o tarafta değil, gerçekten kendimizde aramamız lazım. Biz, onlar ya da birileri bir şeyler yapıyorken bir şey yapmıyorsak eğer; duruma, düzene eyvallah diyorsak eğer o zaman işimizi yapmıyoruz demektir.
-Peki bütün bunlar başarıldıktan, Bakırköy Belediye Tiyatroları'nda bütün bu olaylar yaşandıktan sonra, en azından şimdiye kadar neler değişti tiyatroda?
-Bir kere en başında bu bina çok değişti. Bu tabii imajla ilgili bir şey ama imaj önemlidir. Hele ki bir devlet dairesindeysen çok önemlidir imaj. Bir devlet dairesinin içini değiştiremezsin, zor bir şeydir. Bu bile bir iddiadır aslında. "Olmaz" denen şeydir aslında. Olmaz yani; ille alt tarafı kahverengi olacak yağlı boya, üst taraf normal boyayla bej olacak. Yani sistem bunun üzerine kuruludur. Bunu değiştirmek bile bir iddiadır ama dediğim gibi imaj kısmı bu. "Neler değişti, neler değişecek?" diyecek olursak eğer; tabii ki en en en önem verdiğimiz şey, işte hep söylediğimiz göz hizasına gelmek. Göz hizasında olacağız, garip yaratıklar olmaktan vazgeçeceğiz bir kere önce. Dünyanın en önemli işini yapıyormuşuz varsayımından bir kere kurtulacağız. Araya çekilen mesafeyi kaldıracağız. Acayip derecede olduğumuz gibi olacağız. Varsaydığınız tiyatro dünyasından, o entelektüel havalardan kopacağız bir kere çünkü hiçbir zaman oraya varamayacağız, çünkü özümüz o değil bizim. Burada orta oyunundan çıktığımız gerçeğini kabul edeceğiz ve yüzyıllardır aldığımız küçücük yoldan çabucak kendi orta oyunu mantığımıza, o samimiyetimize döneceğiz. "Sanatsal anlamda gerçekten orta oyunu ciddiye alınmış olsaydı, geleneksel Türk tiyatrosu ciddiye alınmış olsaydı bugün tiyatro nerede olurdu" yu tekrar yaratacağız, ona ulaşacağız.
-Bu bahsettiğiniz şey sadece samimiyet anlamında mı orta oyununa dönmek, yoksa Haldun Taner'in "Neden bizim tiyatro?" yazısında yazdığı gibi tiyatromuzun/tiyatrocularımızın yabancı rolleri, oyunları, oyuncuları taklit etmesinden; içi Türk olmayan Türk tiyatrosundan sıyrılmak anlamında mı?
-Şimdi biz metni almışız Fransız'dan, oyunculuk üslubunda özeniyoruz İngiliz'e ve Rus'a, sahne yapımız İtalyan sahne yapısı, bize ait değil, biz de orta oyunu vardır, göbekte oynanır, meydan sahneleri vesaire, yani dünyanın şu anda evrilmeye çalıştığı meydan sahnesinden bahsediyorum. Bunların hiçbirisi sana ait değil; yani en eski hatırladığın tiyatrocu Ahmet Vefik Paşa, o da oyunları Fransızca'dan çevirip Türkçeleştiriyor, oyunlaştırıyor falan. Senin kendi öz oyunların nerede? Hani diyoruz ya amfi tiyatro, Antik Yunan filan diye; Antik Yunan'a gidene kadar senin canım Anadolu, Mezapotamya mitolojilerin var, onlar nerede? Hiçbir yerde yok. Biz ulaşacağız, bulacağız. Yörüklere gideceğiz, onların hikâyelerini dinleyeceğiz, onların masalcı dedelerini kovalayacağız. Onların kendi çadırları içerisinde o masalcı dedelerin kalkıp oynadıkları hikâyelere gideceğiz, onları araştıracağız. Oradan yeni metinler çıkartacağız. Yeni metin yapıyoruz diye Almanya'da yapılan son metinlerin Türkçeleşmiş versiyonlarını yapmaktan, "In your face" ler yapmaktan cayıp gerçekten o "In your face" in çıktığı çadır içine gideceğiz ve oradan kendi tiyatromuzu önce bulacağız. Diyeceğiz ki: "Bizim tiyatromuz böyle bir şeydi." Şimdi biz, tiyatromuzun bu kadar yıldır kaybettiği şeyleri kaçırdık, kabul. "Bugüne varmış olsaydı eğer, kaybetmemiş olsaydık ne olurduk? Modern Türk tiyatrosu ne olurdu? " diyeceğiz ve oraya varacağız.
![]() |
Alican Yücesoy ve Aytekin Özen, Seçim Günü |
-Olması gereken bu aslında. Ödenekli tiyatronun bunu yapıyor olması lazımdı şimdiye kadar. Biz değiliz ki yani varyasyon üretmesi gereken kişi. Biz var olanı koruyup onun üstüne koyması gereken kişileriz. Biz bunu yapmadık, hiçbir tiyatromuz yapmadı.
-Peki mesela, siz başta söylediğiniz için aklıma geldi, sizin tiyatroya başladığınız zaman sakıncalı olabileceği düşünülen Kuzguncuklu Fazilet oyunu şu an Bakırköy Belediye Tiyatroları'nda sahneye konulabilir mi?
-Tabii ki konulabilir. Mesela bugün biz bir okuma yaptık. "Bu oyun nasıl ıskalanmış?" , "Nasıl yapılmaz bu oyun?" filan diye düşündük. Oyun aslında sakıncalı bir oyun. Yani bir taraf "Bana mı dedin sen onu?" diye düşünürken başka bir taraf da "Hayır, bana dedin sen onu." diye düşünebilir. Herkes üzerine alınabilir. Bizim bunu yapmamız lazım zaten. Hepiniz üstünüze alının mümkünse çünkü mesele sizsiniz ben değilim, ülkeyi ben yönetmiyorum. Benim yönettiğim bir tiyatro var ve benim sorumlu olduğum sadece ve sadece seyirci var. Seyirci de bana bu hakkı veriyor. Diyor ki: "Git yap! İcabında güldür, icabında düşündür ama yap." Benim olayım o zaten. Tabiat dışında her şeyi ve hepinizi eleştirme hakkım var benim. Mesleğimin tek getirisi bu çünkü başka hiçbir şey değil. Ve yapacağız mesela o oyunu.
-Geçirdiğiniz süreçte kaybettiğiniz oyunlar oldu. Bu bir şey kaybettirdi mi Bakırköy Belediye Tiyatroları'na?
-Tabii ki. Çok şey kaybettik. Bu çok şey kaybettirdi yahu hiç tartışılacak yanı yok yani. Çok iyi oyunlarımızı kaybettik ama oyundan daha önemli olan iyi oyuncu arkadaşlarımızı kaybettik. Birçok tiyatronun çalışmak isteyeceği çok önemli insanları kaybettik, en önemlisi bence bu. Yoksa repertuvar oluşturamadık mı, oturduk baştan repertuvar oluşturduk. 2016-2017 sezonunun repertuvarını oluşturuyoruz artık. Hani daha başka çalışıyor dinamiklerimiz ve böyle devam edecek. İki sene üç sene sonranın bile repertuvarı için bir fikrimiz olması lazım, bunu planlıyoruz artık.
-Benim çok merak ettiğim bir mesele var bu süreçle ilgili, onu sormak istiyorum: Seyirci arkanızda durdu mu ve duruyor mu?
-Kesinlikle durdu, zaten kuvvetimizi aldığımız tek yer odur. Bizim bu kadar çığırtkanlık yapışımız, bu kadar bağırıyor oluşumuzun gerçekçi tek sebebi seyircidir, seyircinin bize destek oluyor oluşudur. Başka hiçbir şey değil. Biz bunu anbean, adım adım o kadar iyi gördük ki... Destekler abi, şaşırtıcı bir şey ama bize tam destekler yani. Bu çok büyük bir güç, elimizdeki en büyük gücümüz buydu bence.
-Çünkü kendi tiyatromuz içerisinde Shakespeare var aslında, çok basit bu. Yani bu dünya tiyatrosu. Shakespeare evrensel artık. İşte "Shakespeare çok entel,tepeden bakıyor." filan meseleleri var ya şimdi. Ne alakası var, adam bundan 600 sene önce saraydaki adamla, halktaki adamı aynı tiyatronun içine sokuyor, halktaki adam ayakta izliyor oyunu, saraydaki koltuğunda oturup izliyor, aynı oyunu koyuyor sahneye; aynı kostüm, aynı reji, aynı oyuncular... Oyun aynı anda başlıyor, aşağıda o izliyor yukarıda öteki ve herkes memnun ayrılıyor. Bu bir sosyal statü farkıdır. Yani Shakespeare bundan 600 sene önce sosyal statüleri arasında şu ankinden çok daha fazla fark olan insanları aynı tiyatroya soktu, onları güldürdü, düşündürdü ve saldı, bunu yaptı. Ben şimdiye kadar bunu yapabilen bir Shakespeare izlemedim. İddiamız şuydu: Bunu yapabilen Shakespeare yapacağız önce. Çünkü varmak istediğimiz şey çok uçuk, özümüze dönmek çok uçuk geliyor. Bunu yaparız aslında, hemen yapabiliriz, hemen özümüze dönebiliriz ama iddiamız hemen bu olmamalı; iddiamız önce "Klasik böyle yapılır." olmalı. O yüzden çok zor bir oyunu seçtik, Yalnızlıklar Komedyası, Shakespeare'in en amatör oyunlarından, daha ilk yazdığı oyunlardan biri. En hevesi yerindeyken olan oyunu. Bizim de hevesimiz oradayken ve oyunun çok güzel bir hikâyesi varken yapmak istedik. Yani o birbirine sınır olduğu hâlde düşman olan iki ülkede yaşayan ayrı ikizlerin tekrar bir gün karşılaşması ve birleşmesi hikâyesi. "İkimiz de aynı anadan doğduysak, o zaman el ele tutuşalım ve içeriye beraber girelim, biz zaten kardeşiz" meselesi. İşte biz de aynı şeyi yaşıyoruz, kardeş olduğumuz insanlarla el ele tutuşamadığımız noktadayız. Tam aradığımız oyun yani bu.
Peki neden Tim Supple, neden yabancı yönetmen? Çünkü ben gerçekten Shakespeare izlemek istiyorum. Yalandan yapılmış, güldürülmek için yapılmış ya da "Hmm, çok da entelmiş." falan diye yapılmış Shakespeare istemiyoruz; saf, yalın bir Shakespeare istiyoruz. Bize dediler ki "Neden İngiltere'den yönetmen getirdiniz ki? Bunu Türkiye'deki adam da yapardı." Hayır, yapmazdı ben biliyorum. "Bakın, nasıl reji yaptım." falan mı bekliyorsunuz? Yapmayacak yönetmen bunu. Çağırdığımız adam o: "Bakın ben de böyle reji yapıyorum." demeyen adam. Ben Shakespeare izlemek istiyorum, her şeyiyle Shakespeare... İşte o yüzden Yanlışlıklar Komedyası ve o yüzden Tim Supple.
-Nasıl gidiyor oyun şimdiye kadar?
-Çok iyi. İlk defa 1 Ekim'de perde açtı bu tiyatro ve normalde bu aylarda bizim seyircimiz olmazdı. Şu anda bayağı iyi gidiyoruz yani. Pazartesi dışında her gün oyun var tiyatroda. Eskiden bu da sekteye uğramış bir şeydi, artık her gün oynuyoruz biz pazartesi hariç. Buna rağmen, bu ay 12 temsil olmasına rağmen - ki bu çok fazladır bir oyun için- kasım ayında bile dolu salonumuz var.
-Bundan sonra ne var sırada? Yani nasıl bir oyun gelecek bundan sonra?
-Bizde nasıl bir oyun diye bir şey yok, nasıl bir repertuvar diye bir şey var bundan sonra. Bizim bir sezonumuzu topladığın zaman sana bir şey söylüyor olacak, öyle bir konsept var bundan sonra. Biz "Bakın bir oyun yaptık ve size bir sözü var bu oyunun" dan tamamen kopmak istiyoruz. Biz; burasını total olarak bir sanat eseri olarak düşün, bir senede yapılan bir sanat eseri var ortada ve bu oyunların hepsini topladığın zaman ortaya koyduğun şeyin bir sözü olmalı diye düşünüyoruz. Repertuvarın artık bir teması, bir sözü olmasını buraya yaymak istiyoruz. Yoksa her oyunun kendince sözü var zaten, boş oyun yapmıyoruz yani. Ama asıl formül: Yalınlık ve hepsini bir araya topladığında kocaman bir şey söylemesi sana. Bundan sonraki sezonlarda böyle olacak. Basitten değil zordan başladık, "kayıp"tan başladık. Bizim bu seneki temamız "kayıp" , en birinci temelimiz bu. Bunun içine Suriye meselesini de koyabilirsin, iletişimi de koyabilirsin, varlığı da koyabilirsin, yokluğu da koyabilirsin. Ana temamız: "Kayıp" yani, bulabilmemiz için...
(Burada röportajı bitirmeden önce Alican Yücesoy'a "Seyirciden beklentiniz nedir?" sorusunu yönelttim ve harikulade bir cevap aldım. Cevabı videodan izleyebilirsiniz.)
Not: Röportaj sonrasında İrem'le beraber Yanlışlıklar Komedyası oyununu izledik. İzlediğim en iyi oyunlardan bir tanesi olduğunu tereddütsüz söyleyebilirim. Bütün tiyatro severlere tavsiyemdir.
Röportaj: Salim ECE
Fotoğraflar&Video: İrem TÜRKMEN