8 Mayıs 2016 Pazar

Sinemamızın Saklı Sanatçısı:Nazan Kesal Röportajı

  Merhaba sevgili okuyucular, çok uzun süredir okulum/işim dolayısıyla blogdan uzak kaldım ve uzun süre önce yapmamıza rağmen bu röportajı ancak yazıya geçirme fırsatım oldu. Belki bu kadar çok ara verdiğim için belki de röportaj gerçekten çok içime sindiği için yazarken çokça heyecan duydum. Bundan sonraki süreçte niyetim düzenli olarak ayda en azından bir iki yazı yazmak yahut röportaj yayımlamak ama zaman ne getirir bilinmez tabii. 

 Bu röportajımız benim için çok özel bir insan olan ve hayranı olduğum sanatçı Nazan Kesal ile. Kendisiyle belki bir filmde, belki bir dizide ama mutlaka harikalar yaratırken karşılaştınız daha önce. Biz ise hepimizin yaşadığı sanatçı/izleyici diyaloğunu bir adım ileriye götürüp sanatçının penceresindeki dünyayı size elimizden geldiğince yansıtmak istedik. Kendisiyle ileri oyunculuk dersi verdiği Bahçeşehir Üniversitesi'nde buluştuk ve kendisinden kariyerine, sektöre bakışına, oyunculuğa dair yol gösterici cevaplar aldık. Umarım sizler de beğenir ve sohbetimizden payınıza düşeni alırsınız.

Nazan Kesal:
 1969 Manisa doğumlu olan sanatçı, İzmir Dokuz Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Tiyatro Oyunculuk Bölümü mezunudur. Kariyeri boyunca Diyarbakır Devlet Tiyatrosu, Bursa Devlet Tiyatrosu, Ankara Sanatevi Tiyatrosu, Tiyatro Ayna gibi pek çok tiyatroda oyunculuk ve yönetmenlik yaptı. Sinema alanında Uzak, İklimler, Saç, Vicdan, Toz Bezi gibi filmlerle adından söz ettirmesinin yanında üç de Altın Portakal ödülüne sahip oldu. Televizyon alanında ise Kayıp Şehir, Bugünün Saraylısı gibi projelerle ekranlara geldi. 





-Biraz önce sohbet ederken "İnsanlar beni tanımasınlar, bilmesinler; benim böyle bir isteğim yok, böyle bir ihtiyacım yok." dediniz. Niye böyle düşünüyorsunuz?

-Bizim işimiz seyirciye yaptığımız bir iş, vitrinde duran insanlarız. Doğası gereği tabii ki seyirci üzerinden tanınmak, tanınır olmak kavramlarıyla karşı karşıya kalıyoruz. İşi doğru yaptığın zaman seyirciye ulaşmak anlamında bir sakınca yok ama bu işi yapan, oyuncu olan insanlar bu amacın dışında; yani işi doğru, layıkıyla yapmanın dışında sadece daha popüler olmak adına, daha tanınır olmak adına, daha ünlü olmak adına birtakım işlerin içine giriyorlar ve bu tip insanların ürettiği işler de açıkçası çok heyecan verici olmuyor. O anlamda bu bizim işimizin bir tuzağı gibi dursa da bunu yönetmek oyuncunun elinde olan bir şey. Yani biz seyirciye bir iş yapıyoruz ama seyircideki alkış aslında bizim çok büyük bir tuzağımız. Çünkü o alkış ne kadar yükselirse sana kendini çok iyi hissettirecek bir alkış. Fakat hiçbir zaman"iyi olmak" diye bir kavram yok ki bu işin doğasında. Ben ne oynarsam oynayayım mutlaka eksiktir o; mutlaka daha yapılması gereken, katılması gereken ekstra özellikleri varmıştır o karakterin.
 Bir de bir oyuncunun "Tamam artık, ben bu işi çok iyi biliyorum." duygusu, rahatlaması seyirciye geçtiği zaman popülarite peşinde olan, ürettiğiyle değil de adıyla, sanıyla, namıyla ilgilenen oyuncu durumu oluyor. Hatta yolda sokakta tanınmadığı zaman rahatsız oluyor. Bende tam tersi işte, ben de tanınmaktan rahatsız oluyorum çünkü ben bir aracıyım yani ben yapıtla seyirci arasında bir aracıyım. Dolayısıyla kendimi ne kadar yok edebilirsem, ne kadar az tanınırsam, ne kadar oynadığım karakter üzerinden seyirci ilişki kurarsa ben o oranda başarılı olabildiğine inanan bir oyunculuk anlayışına inanıyorum.

-Peki sizin aradığınız, beklediğiniz nedir oyunculuktan?

-Bir şey ya iyidir ya kötüdür aslında. Bu, o kadar köşeli mi diye düşünürsek sanat yapıtlarında o kadar da köşeli değildir aslında. İyi film vardır, iyi oyuncu vardır, kötü oyuncu vardır. Yani bir oyuncu iyiyse kötü oynama şansı çok fazla yok. Dolayısıyla iyi olanın kokusunu almak, iyi olanın peşinden gitmek çok zor bir şey değil. Bunun için kriter aslında insanın kendisi: Kendi biriktirdikleri, kendi okudukları, izledikleri, kendi estetik anlayışı, kendi sanatçı duruşu... Böyle bir tablonun içinde bir oyuncunun gidip de hiç inanmadığı  bir şeyde sırf çok para veriyorlar diye oynayacağını ben düşünmüyorum. Derdi olan oyunculardan bahsediyorum tabii.
 Bendeki kriter birkaç bileşenin bir araya gelmesiyle oluşuyor yani sadece senaryonun var olması -ki senaryo çok önemli bir şey-  yetmiyor. O senaryo iyi çekilirse ortaya çıkar, iyi oynanırsa ortaya çıkar, iyi görüntü dili varsa ortaya çıkar, iyi yapımcısı varsa ortaya çıkar. Yani bu bileşenleri bir arada bulmak çok zor işte, çok ender olarak karşı karşıya kaldığımız bir şey. Bunları kolluyorum ben aslında. Çünkü bana heyecan vermeyen bir şeyin ben seyirciye heyecan vereceğine inanmıyorum. Seyirci benim enerjimi takip ediyor. Ben ancak yükselirsem ve tılsımlanırsam o rolle, seyirciyi o zaman o tılsımın içerisine çekebilirim diye düşünüyorum.

 -Benim kişisel olarak size en çok hayran olduğum yönünüz siz bir rolü oynamıyorsunuz, yaşıyorsunuz.  Kayıp Şehir'deki Meryem karakteri Nazan Kesal değildi bana göre. Nasıl başarıyorsunuz bunu?

-Ne güzel, bak ben bunları duymaktan hoşlanıyorum işte. Demek ki doğru bir yoldayım. Mesela yolda, sokakta hiç kimse tanımıyor ve çok hoşuma gidiyor, çok özgürleştiriyor bu beni. Çünkü o, benim bir sonraki karakterin, rolün önüne geçmediğimi gösteriyor. Yani seyirci beni değil; ürettiğim, oluşturduğum, var ettiğim karakterin peşine gitmiş. Bu çok güzel bir şey.
 Bu nasıl oluyor diye soruyorsan, bu sanata bakışınızla alakalı bir şey, yaşamdaki duruşunuzla alakalı bir şey, oyunculuktan beklediğiniz ve seyirciye iletmek istediğiniz meseleyle alakalı bir şey, manifestoyla alakalı bir şey. Yani kendinize ait bir manifestonuz yoksa hayat içerisinde o zaman ortaya karışık şeyler çıkıyor. Yani şimdi ben bunu böyle olsun istediğim için böyle oluyor. Tanınmak istemediğim için seyirci rolle ilgileniyor ve benimle ilgilenmiyor.  Çünkü ben bunu böyle kurdum, böyle hissediyorum ve hissettiğim biçimde de seyirciye yansıtıyorum. İnanç olarak da oyunculuk meselesine yaklaşıp soruyu biraz daraltırsam ben taklitten hiç hoşlanmayan bir oyuncuyum. Birtakım metotlar var dünya sinemasında ve oyunculuk anlayışında. O metotların içerisinde oyuncuyu role hazırlayan birilerinin söylediği bir sürü bir şeyler var. Fakat benim için aslolan, heyecan verici bulduğum nokta: Benim de Nazan Kesal olarak yaptığım şeye dışarıdan bakabildiğim, yazarın eserindeki karakterle benim aramda, yazarın da benim de çok iyi tanımadığımız yeniden bir insan ortaya çıkarabilmek. Yani ben onlara hiçbir zaman rol diye bakmıyorum, insan diye bakıyorum. Meryem bir insan, işte Üftade bir insan ya da fimlerde oynadığım karakterler birer insan. Eğer ben o yüklemeyi yapmazsam onlara; çok klişe, çok karton, herkesin çok sık karşılaşabildiği, inandırıcılıktan uzak ve gerçeklikle hiç alakası olmayan figüratif şeyler çıkar ortaya. Oysa ben herkesin bu dünyada derinliği olduğunu düşünüyorum. Yani dipsiz bir kuyu gibidir insan, derinlere daldıkça neler neler çıkar, karakterlere de öyle bakıyorum. Ezberleyip çıkmak oyunculuk değil ki hiçbir zaman benim için böyle olmadı.

-Sıkça hayır diyor musunuz gelen projelere rollere bakarak?

-Rollere bakarak hayır demiyorum; o işin bütününe bakarak hayır diyorum. Bazen rol hoşuma gidiyor ama o bütündeki tablo hoşuma gitmiyor, büyük resim hoşuma gitmiyor. O yüzden rolü sevsem bile o büyük resmin içerisinde olmak istemiyorum. Yani burada beni durduran da tabii ki benim değerlerim.

-Peki tam tersi bir durum söz konusuysa; yani çok hoşunuza giden bir projede iyi yazılmamış bir karakter teklifi alsanız ne yaparsınız? 

-O karaktere evet derim çünkü onu başka türlü ete kemiğe büründürecek cesaretim var diye düşünüyorum. Orada yönetmenle çalışırım, karakterin eksikliklerini onunla tamamlarım. Bir de bizde hep vardır ya ezber mantığı, yani işte ezberlediğin sürece sınavlarda başarılı oluyorsun vs. Aslında oyunculukta da bu böyle. O kadar şey öğretiliyor ki hani "Ezberledin mi bu iş tamam!" gibilerinden. Bu işin en kolay kısmı ezberlemek halbuki. Ne var ki yani oturacaksın ve hatmedeceksin. Mesele ezberlemek değil, ezberi oynamak da değil. Mesele orada sizi de yazarı da şaşırtan yeni bir doğum gerçekleştirmek.

-Sizinle alakalı hissettiğim bir şey var: Bence siz, yer aldığınız projeler itibariyle sektörün içerisinde boğulmamış bir oyuncusunuz. Bu anlamda ben sektöre biraz uzaktan bakabildiğinizi, eleştirel olarak yaklaşabildiğinizi düşünüyorum. Öyle mi gerçekten?

-Evet. Bunu yapabilecek hem yaştayım hem akıldayım hem de birikimdeyim, o yüzden de çemberin içindeyken, onu komplike yaşamadım hiçbir zaman. Yani hani var ya şimdi bir dizide oynuyorsun, o diziyi çekerken magazin gazetecileri seni bir yerde buluyor. Niye beni bulmuyor mesela? Anlatabiliyor muyum, yani bunda biraz karşılıklı bir alışveriş var. Ben bile isteye böyle olmak istiyorum çünkü ben özgürlüğünü çok seven bir insanım. İyi bir şey bu uzaklık.

-Bundan sonrası için de böyle uzak mı kalmayı tercih edeceksiniz? Hep belirli bir kalitenin üzerindeki sanat filmlerinde; Nuri Bilge Ceylan ve Zeki Demirkubuz projelerinde mi göreceğiz sizi?

-Yani onlarla çalışmak tabii beni çok besledi, benim sinemaya bakış açımı güçlendirdi, destekledi; onların filmlerinde yer almak sinemanın gerçek bir sanat olduğu yönündeki hissiyatımı güçlendirdi. Beni bugün bıraksanız ben yine bir sanat filmi peşinde koşarım ama şu anda belki de biraz daha altın tepside istiyorum bazı şeyleri. Bu şu demek değil, çok deneyimli bir yönetmenle çalışırım başka birisiyle çalışmam, bu değil. İlk filmini de çekiyor olsa ben o yönetmenle çalışırım ama ne istediğini bilen bir senaryo, ne istediğini bilen görüntü dili bekliyorum. Çünkü sinema yapmak çok zahmetli bir iş. Geceniz gündüzünüz birbirine karışıyor ve gerçekten para kazanmıyorsunuz. Para kazanmadığım için de söylemiyorum bunları, velev ki kazanmayayım ne olacak? Ama o film Türkiye sinemasına bir katkı sağlasın, bu benim alacağım paradan çok daha değerli bir şey, ben böyle bakıyorum olaya.
 Birkaç sene önce popüler sinemaya, gişe sinemasına çok daha mesafeliydim. Hatta bu yaz için bir gişe filmi teklifi geldi, ilk anda "Nasıl yani, bana bunu nasıl teklif ederler? Ne oldu, neyi yanlış yaptım?" diye düşünürken çok görmek istediklerini söylediler "Tamam, bir bakayım senaryoya." dedim ve bayıldım senaryoya. Gişe sinemasına dair birtakım ön yargılar duyarken buldum kendimi. Çok ayırt etmek iyi bir şey değil. İyi bir şeyse, iyi bir sinema duygusu varsa gişe veya bağımsız fark etmez, oynamak gerek. Şu da acı veren bir taraf tabii bunu da itiraf edeyim, siz çok yüksek sanat yaparak bir film çekiyorsunuz, festivallerde dolaşıyor, bilmem ne kadar ödüller alıyor ama seyirciye son derece uzak ve seyircinin seyretmediği bir şey yapıyorsunuz. Seyirciye yaklaştığınız zaman da sinema 7. sanat olmaktan uzaklaşıyor, böyle de bir çelişki var tabii. Oscar Wilde'ın bir sözüne çok inanıyorum ben: "Sanat yapıtı seyirciye inmez, seyirci o sanat yapıtına yükselir."

-"Sanat için sanat" gibi mi biraz?

-E tabii. İşte "sanat için sanat"ın amacına ulaşabilmesi için de halkın kültürel ve sanatsal anlamda zemininin çok dolu olması lazım. Eğer öyle bir doluluk varsa hiçbir zaman "sanat, sanat için mi toplum için mi" diye bir soru sormayız yani.
 Aslında biraz böyle bir öz eleştiri içerisindeyim bu dönemde. Sanat filmlerinin seyircisiz olması yönetmenin kabahati değil, bir yerde izleyicinin de kabahati değil. Bu böyle yüzyıllardan beri Türkiye toplumuna atfedilen bir şey diye düşünüyorum. Yani sanatla beslenmiş, sanatla yoğurulmuş, sanatla büyütülmüş bir toplumdan gelmiyoruz. Dolayısıyla da sizin ürettiğiniz şeyin sanat olduğunu idrak edip bunu ayakta alkışlayacak bir toplumumuz yok yani.

-Farklı roller oynamak gibi bir isteğiniz var mı genel olarak? 

-Yok mu sence? Ben aynı rolleri oynarsam sıkılırım. Kendi cebimdekiyle bile oynamam, bildiğim şeyle oynamam. Beni  şaşırtması lazım, bana heyecan vermesi lazım derken bunu kastediyorum. Bu bir yolculuk çünkü.  Mesela hiç gitmediğiniz bir ülkeye gidersiniz ve o ülke size ne kadar heyecan verici gelirse hiç tanımadığınız bir insanı ortaya çıkarmak da o kadar heyecan verici bir şey. Tanıdığım kişileri sürekli oynamak ne kadar tuhaf bir şey yani. Maalesef bizde oyuncu tarifini bu anlamda biraz dar bir açıdan yapıyorlar. O yüzden böyle hep bir oyuncuyu görüyorsun ne oynarsa hep aynı: Peruk da taksa aynı, hırka da giyse aynı, şalvar da giyse aynı. Niye aynı? Çünkü felsefesini değiştirmiyor. Öyle olunca da bir izleyici olarak ne izlesen hep aynı şeyi izlemiş oluyorsun.

-Beraber çalıştığınız yönetmen ve oyuncuların ortaya çıkan rolde etkisi nedir peki?

-Yani bu bir yansıma işidir aslında, partnerinizle beraber büyür o sahne. Tek başınıza bir hiçsinizdir. Siz ağzınızla kuş da tutsanız, partneriniz bunu görmüyorsa bir şey ifade etmez o. Ben bu açıdan hep çok şanslı oldum. Oyun alışverişi açısından, oyunculuğa bakış açısından hep ayrı pencerede baktığım insanlarla birlikte üretimlerin içerisine girdim o yüzden de hiç zorlanmadım, zorlamadığımı da düşünüyorum. Çünkü almayı çok sevdiğim için vermeye de çok yatkın bir insanım.Sonuçta bu bir alışveriş, sen bir defa "Bu sefer ben vermiyorum." dersen sen de yanarsın o sahnede(Gülüyor.) O açıdan kendimi şanslı azınlıktan hissediyorum. Çünkü hep mutlu olarak setlere gittim geldim yani.

-Televizyon işleri konusunda ne düşünüyorsunuz peki? Yani sektörde işin en ticari tarafı televizyon olduğu için bu alandan uzak durabiliyor oyuncular.

-Ben hiç uzak durmuyorum. Televizyon  Türkiye'de ticari anlamda daha güçlü, daha sektör olmuş bir yapı sinemaya oranla. Çünkü dizilerin Ortadoğu'ya ve dünyanın birçok yerine bu kadar yüksek paralarla satılıyor olması geri dönüş anlamında da burayı sirküle eder hâle geldi. Ben orada olmayı seviyorum çünkü benim seyirciyle buluşabildiğim bir yer. O yüzden benim için televizyon seyircisi çok değerli. Tabii bir sorumluluğum da var benim seyirciye karşı. Hani kötü bir karakter de oynasam onu çok kötü oynamalıyım, hakkını vermeliyim duygusu var. O anlamda da sorumlu hissediyorum kendimi.

-Televizyonda yapılan işleri, projeleri kaliteli buluyor musunuz peki?

-Yani kalitelisi de var kalitesizi de var. Alıcı bir kere çok değişken olduğu için... Kaliteli alıcı da var kalitesiz alıcı da var. Bir tane toplum yok ki yani bir tane şeyden hoşlansın.

-İşin aynı zamanda mutfağındasınız. Gençlere, yeni yetişenlere bir şeyler öğretmeye çalışıyorsunuz, bunu başardığınızdan da eminim. Nasıl bir his peki bu?

-Vallahi burada, Bahçeşehir Üniversitesi'nde, ileri oyunculukta gençlerle buluşmak bana heyecan veriyor, haftada bir gün burada ders veriyorum. Yani genç nesli anlamak lazım. Hangi yazarda okumuştum bilmiyorum "Gençlik bir hastalıktır." diyordu.  Şu anlamda bir hastalıktır: Hayatın zorluklarıyla karşılaşmaya başladığın ve direnç gösterebilme şansının çok da yüksek olmadığı bir dönemdir, insan ömrünün en zor yıllarıdır. Belirsizlikler vardır mesela: Ne iş yapacak, para kazanacak mı, evi olacak mı, çocuğu olacak mı gibi bir sürü şey. Dolayısıyla bu yaştaki oyuncu adaylarının hezeyanlarını ben anlayabiliyorum. Çünkü bir şey dayatılıyor: Oyunculuk çok flaş bir iş, yıldızı olan bir iş, alkışı bol bir iş, o kadar albenisi olan bir iş ki aslında oyunculuk kendi içerisinde bunu böyle sunmasanız da  gerçekten insanı rehabilite eden de bir tarafı var. Ama işte bunu doğru kodlamak lazım. Siz niyeti tamamen oyunculuğun bu yönlerine endeksli olan  insanlara oyunculuğun ne olduğunu anlatamazsınız. Aslında şöyle bir şey: Bir rolü çalışmayı öğrenmenin dışında, hayat içinde farkındalık yaratma sanatı aslında oyunculuk. O kişide kendisine, topluma ve dünyaya dair bu farkındalığı yarattığınız zaman onun içerisinden şu veya bu rolü çıkarmak çok eğlenceli oluyor. Önemli olan o kişideki farkındalığı yaratmak.

-Bir hayaliniz var mı mesela oyunculuğa dair?

-Hayalden ziyade "Olsa fena olmaz" dediğim şeyler var. Bazı oyuncular var mesela dünya sinemasında, "Şununla da oynasam ne güzel olur." dediğim: Juliette Binoche, Isabelle Huppert; eğer yaşasaydı Marlon Brando, Anthony Quinn gibi. Onların auraları onların enerjileri bana çok özel geliyor. İkisini bilemem çünkü vefat ettiler ama diğer ikisiyle, belli mi olur, belki oynarım, dünya küçük.

-Son olarak seyircinizden veya hitap ettiğiniz kitleden beklentiniz nedir diye sormak istiyorum.

-Hiçbir beklentim yok.

-Memnun musunuz yani şu anki vaziyetten?

-Değilim ama hiçbir şey değişmeyecek toplumsal olarak. Yani bir tarafıyla çok sevdiğim bir toplum aslında ama şüphe eden bir toplum değiliz, razı olan bir toplumuz. Dönüştürmeye, değiştirmeye çabamız ne kendi hayatlarımız için ne de birbirimizin hayatları için var. Sıkıntısı olan bir kumaşla iyi bir elbise dikemezsiniz. Bu yüzden de böyle bir seyirci tarifi yaparsam ütopik bir tarif yapmış olurum, ben o anlamda ulaşamayacağım hayalleri çok sevmiyorum.




Röportaj: Salim ECE
Fotoğraflar: Nazmiye ÖZKAN- Merve PEKER