1 Mart 2017 Çarşamba

Her Zaman Seyircisine Umut Olan Büyük Sanatçı: Genco Erkal

"Benim aklım fikrim tiyatroda. Yani gece gündüz, uykuda uyanık, her an tiyatroyu düşündüğüm için bir şeyler üretebiliyorum." diyor Genco Erkal. Gece gündüz, dur durak bilmeden oynadığı oyunların yanında bir de tiyatrosunun her şeyiyle bilfiil uğraşıyor. Kendisiyle bu yoğun temposu arasında Güneşin Sofrasında oyununun öncesinde görüştük. Tiyatro macerasından, Dostlar Tiyatrosu'ndan, gündemden konuştuk. Sonuçta ortaya bu röportaj çıktı. Beğeniyle okumanız dileklerimle...

-Tiyatroya başlamanıza ne sebep oldu? Neden tiyatroyu seçtiniz?

-Çok küçük yaşımdan beri, bu doğal olarak içimden gelen bir şey herhalde, biraz içine kapanık, kendini çok iyi ifade etmeyen, suskun bir çocuktum. Ama kukla sahnesi yapıp kuklalar üretip o kuklaları konuşturarak kendimi ifade etmeye çalıştım 6-7 yaşından itibaren. Bunu tabii sonradan fark ettim. Bir de o zamanlar Çamlıca'da bir evimiz vardı, yanımızdaki bahçeye de hafta sonları İsmail Dümbüllü, Şevki Şakrak gibi son dönemin tuluat ustaları gelirdi. Onları aradaki tel örgünün yanına halılar serip izlerdim ve eve gelince hep onları taklit etmeye çalışırdım. İlkokulu Galatasaray'da okudum, orada pek bir şey olmadı. Sonra Robert Koleji'ne geldiğim vakit, içimdeki bu tiyatro  güdüsünü, sevgisini ifade etme yolu bulabildim. Öncelikle İngiliz edebiyatı dersinde Dickens'ın bir romanından kendi yazdığım tek perdeli bir oyunu oynadım. Bu bir ödev olarak verilmişti, hoca benimkini beğendi ve "Burada Charles Dickens rolünü sen oynayacaksın." dedi. Ben ilk o şekilde sahneye çıktım. Arkasından ilk defa büyük bir sahneye Shakespeare'in Venedik Taciri oyununun bir rolüyle, İngilizce oynayarak çıktım. Ondan sonra da artık sahne beni bırakmadı ben de sahneyi bırakmadım. Lise bir, iki, üç, dört böyle devam etti ve ben lise dördüncü sınıfta artık Robert Koleji Oyuncuları'nın yöneticisi olmuştum. Kolej tarihinde ilk Anadolu turnesini de o yıl yaptık İstanbul'dan başlayıp İzmir'e kadar giden, benim sahneye koyduğum oyunların oynandığı bir turneydi bu. Çok şanslıyım, ben çok erken yaşta ne yapmak istediğimi, hayattaki misyonumu keşfettim. Burada tabii Robert Koleji'nin çok büyük bir etkisi var, bana çok katkıları oldu.

-Bir sonraki sorum bu olacaktı aslında. Tunç Yalman, Haldun Dormen, Siz, Nevra Serezli gibi bir çok usta isim birleşiyor Robert Koleji isminde. Okulda tiyatroyu besleyecek bir ortam mı oluşmuştu o zamanlar?

-Evet. Yani çok önem verilirdi. Özel bir tiyatro bile bir yılda bu kadar çok oyun çıkaramazdı. Bir sezonda 4-5 oyun olurdu bir kısmı kız kolejinde bir kısmı erkek kolejinde. O zamanlar kız koleji ve erkek koleji olarak ayrılıyordu okul, Arnavutköy Kampüsü ayrıydı. Biz erkek rolleri için onlara misafir giderdik, onlar kadın rolleri için bize misafir gelirdi. Yarısı Türkçe, yarısı İngilizce olarak devamlı bir tiyatro üretimi halindeydik ve çok da ilgi görürdü oyunlarımız, öğrenciler beklerlerdi. İşte, Shakespeareler oynanır, Moliereler oynanır, modern eserler oynanır... Mesela ilk Brecht Türkiye'de kolejde oynandı: Cesaret Ana. Benim kolej yıllarımda Ionesco'yu biz Ülkü Tamer ile Türkçeye çevirdik. Yani öncü tiyatro Türkiye'de ilk orada kendisine bir sahne buldu, çok önemlidir yapılan işler orada.

-Siz her ne kadar tiyatroyu içinizde taşısanız da ailesel sebeplerden dolayı çok kolay olmamış bildiğim kadarıyla tiyatrocu olmanız.

-Evet son sınıftaydım, artık 18 yaşını doldurmuştum. Kafamda sadece tiyatro,tiyatro ve tiyatro var, gözüm dünyayı görmüyordu. Babam sordu bana "Ne olmak istiyorsun, bak okul da bitiyor artık." diye, "Tiyatrocu olmak istiyorum." dedim. "Bu evde değil," dedi. "Artık rüşdünü ispat ettin, kendi kararlarını verecek yaşa geldin ama bu evde ben böyle bir şeyi kabul etmiyorum. İstersen gidersin başka yerde bir hayat kurarsın, tiyatrocu olursun." dedi. O zaman da tabii bende öyle bir cesaret yoktu. "İkinci tercihin nedir?" dedi, psikoloji dedim ki gerçekten de öyleydi. "O olur." dedi. Ben de böylece İstanbul Üniversitesi'nde psikoloji bitirdim. Diplomamı bile almadım, hâlâ orada duruyor. Mezun olana kadar zaten babam beni tiyatrocu olarak kabul etmişti çünkü ben yavaş yavaş amatörlüğe devam ettim, oradan  Muhsin Ertuğrul beni bir oyun için Kenterlerin yanına çağırdı. Muhsin Ertuğrul Türk tiyatrosunun Atatürk'ü yani. Babamdan ıkına sıkıla izin aldım. Kenterlerin oyunlarını seyrettirdim, çok heyecanlandılar. "Şunlarla aynı sahneye çıkma şansı veriliyor bana." dedim. Öbür oyuncular da Çolpan İlhan, Sadri Alışık, Lale Oraloğlu, Kamuran Yüce, Şükran Güngör, Cahit Irgat; baştan aşağı star kadrosu yani. "Bu kadroyla bir kere kendimi deneyeyim n'olur." dedim. Ben sahneye çıktım, geldi seyretti. Ondan sonra yavaş yavaş yelkenler suya indi, itirazlar azaldı, baktı ben aldım başımı gidiyorum, o da beni çok destekledi sonra.

-Neden özel tiyatro yapmayı seçtiniz?

-Ben ister istemez özel tiyatroda başladım. Sonra, onlarla devam ederken, Asaf Çiyiltepe başka bir özel tiyatro kurdu Arena Tiyatrosu adıyla ve oradan bana bir teklif geldi, "Hangi oyunu oynamak istiyorsan gel bizde oyna." dediler. O, ilk devrimci tiyatrodur Türkiye'de, Ankara Sanat Tiyatrosu'nun da anasıdır. O sene ben onlara katıldım, Aslan Asker Švejk oynadım, ilk ödülümü filan kazandım onunla. Ertesi yıl onlar Ankara'ya gidip Ankara Sanat Tiyatrosu'nu kurdular, ben ayrılamadım. Bu sefer Engin Cezzar-Gülriz Sururi Tiyatrosu'ndan teklif geldi Othello oyunu için. Oraya girdim 2 sene de onlarla çalıştım. Sonra Ankara'ya gittim Bir Delinin Hatıra Defteri'ni filan yaptım, bir yandan da askerliğimi yaptım. Yani hep özel tiyatrolardan geçti benim yolum. Yalnız şöyle bir şey oldu, ilginçtir: Ankara'ya ben askerlik için giderken, o zamanın devlet tiyatroları genel müdürü beni çağırdı "Biz sizi uzaktan izliyoruz, çok beğeniyoruz." dedi ki onların gözünde devlet tiyatroları konservatuvardır, yani öyle alaylı olarak amatörlükten yetişme bir adama böyle bir şey dediklerini ben o zamana kadar hiç duymamıştım. Gittim, "Sizi çok istiyoruz, bizde çalışır mısınız?" dedi bana. Ben "Vallahi çok isterim doğrusu, şu sıralar Bir Delinin Hatıra Defteri oyunu üzerinde çalışmaya başladım. İsterseniz gelip sizde oynayabilirim." dedim. Bana verilen cevap: "Siz bize gelirsiniz, ne oynayacağınıza biz karar veririz." oldu. İşte o anda benim için bitti her şey. O zaman anladım ki ben ne devlet tiyatrosu ne şehir tiyatrosu yapamam. Benim kendi kafam var, kendi sanat anlayışım var, kendime bir yol çizmişim, kendi projelerimi hayata geçirmek istiyorum, memur olacak değildim. İyi ki de öyle yapmamışım çünkü sonradan oradaki arkadaşların başına neler geldiğini duydum, takip ettim.

-Peki özel tiyatro yolunu seçtikten sonra sizi kendi tiyatronuzu kurmaya iten şey neydi?

-Şöyle bir şey var: Biz amatörlüğümüzde, ben kolejden ayrıldıktan sonra, "Üniversiteli Genç Oyuncular" diye bir topluluk kurduk. Arkadaşların bir kısmı Galatasaraylıydı çoğu teknik üniversiteliydi, bir kısmı kolejden yeni mezun olmuşlardı... Bu topluluğun tiyatro anlayışı olarak, tiyatroya bakış açısı, tiyatronun örgütlenmesi konusunda birtakım ilkeleri vardı, kendi kişiliği olan bir topluluktu ve de bunun çok önemli işler yaptığına inanıyorum. Mesela bir avuç üniversiteli genç olarak biz "Erdek Şenlikleri" adı altında henüz İKSV yokken ilk kültür sanat festivalini yaptık . Orada hem klasik müzik hem tiyatro hem karikatür sergileri hem resim sergileri yapıyorduk. Yani hepimiz öğrenciydik ama yaptığımız işler çok büyüktü. Ben oradaki bu kültür merkezi fikrini profesyonel tiyatroya dökmek istedim. Bu sebeple kendi tiyatromuzu kuralım dedim ama sadece "ben" olarak değil. Bu sebeple isimlere bağlı tiyatrolar, işte Ali Poyrazoğlu tiyatrosu, Engin Cezzar- Gülriz Sururi tiyatrosu gibi değil de Dostlar Tiyatrosu oldu adı. Bunun kurucuları yedi kişiydi, herkes eşit oy hakkına sahipti, kolektif bir çalışma biçimi vardı, herkes her şeyden sorumluydu, bambaşka bir kafada, yaptığımız politik tiyatroya da espri olarak uyan bir sanat anlayışıydı. Bunu biz başka bir tiyatroda yapamazdık ancak kendi tiyatromuzda yapabilirdik.

  Çok idealisttik tabii o zaman biraz da hayal görüyorduk, "Biz tiyatroyu İstanbul'da yapmayacağız, Anadolu'da yapacağız." dedik. Yani hem özel tiyatro olup hem de bölge tiyatrosu olacaktık. Daha çok aklımız Adana bölgesindeydi çünkü oranın müthiş bir üretken yapısı var, işte Yaşar Kemal olsun, Yılmaz Güney olsun... Her şeyi, planlarımızı ona göre yaptık, sonra bir baktık ki orada bunu yapmak akıllıca bir iş değil. Bir kere sansür meselesi var. İstanbul'da da bazı oyunları yasaklıyorlar ama hiç değilse bir kıyamet kopuyor, birileri sana destek oluyor, bir entelektüel çevre var, kültür başkenti yani ülkenin; Adana'da desteği bırakın tam tersi bir durum, "Sizin ne işiniz var burada?" gibi bir tavır söz konusu. O sebeple bu fikirden vazgeçtik, İstanbul'da yapalım, sonra bütün ülkeyi turneyle dolaşırız, diye düşündük. Hakikaten de Dostlar Tiyatrosu bütün özel tiyatrolar içinde bence en çok turne yapan tiyatrodur. Şimdi o kadar değil ama eskiden her yıl bir ilkbaharda bir sonbaharda Karadeniz, Doğu, Güney, İç Anadolu bütün Türkiye'yi iki oyunla dolaşıyorduk. Kurslar açtık, Milli Eğitim Bakanlığı'ndan herhangi bir denkliği olmasa bile dört başı mamur bir okul gibiydi adeta. Ruhi Su ile birlikte çalıştık, Dostlar Korosu kurduk; dans tarafı vardı Halk Sanatları Derneği adı altında o taraf çalışıyordu; bir işçi kolu kurduk, grevlere gidip amatör olarak oradaki işçilere oyunlar oynadık... Bunların hepsi on yıl sürdü, sonra battık. Bence yaptığımız bütün bu işlerle çok başarılıydık ama gırtlağımıza kadar borç içindeydik: Kira borcu, sigortaya borç, devlete vergi borcu... Perişan haldeydik ve battık yani. Arkadaşlar biraz kaçıştılar, çünkü o borçların ödenmesi gerekiyor, onların hepsi bana kaldı. Ondan sonrasında benim hiç istemediğim şey oldu: Adı yine Dostlar Tiyatrosu kaldı ama artık Genco Erkal tiyatrosu oldu. Öylece de devam ediyoruz, 2019'da ellinci yılımız olacak.


-Neler geçti Dostlar Tiyatrosu'nun başından bu elliye yakın yılda? Ne badireler atlattınız?

-Bir kere yargılanma var. Oyunlarımızın bir kısmı yargılandı. Çok şükür hiçbir yerde mahkum olmadık, hep aklandık sonunda. Sonra, özellikle bu sıkı yönetim dönemlerinde, sahne verilmemesi, oyunların engellenmesi problemi var. "İstanbul'da ne yaparlarsa yapsınlar ama Anadolu'ya geçmesinler." diye yollarımız kesildi mesela. Onun dışında Fethiye'de Azizname oyununu oynarken açık hava tiyatrosunda bombalandık Molotof kokteylleriyle.  Erzurum'da, Alpagut Olayı'nı oynayacağımız gün imam öğle namazında "Bunlar İstanbul'dan Stalin'in doğum gününü kutlamaya geldiler." diye konuşmuş. Orada taşlı sopalı bir grup tiyatronun etrafını çevirdi.

-Son on beş senedir durum nasıl?

-Son on beş senedir nispeten daha rahatız diyeceğim ama beş senedir, özellikle Gezi olaylarından sonra yine başladılar uğraşmaya. Muammer Karaca tiyatrosunu kapatıp oradan attılar bir bahaneyle. Ondan sonra yine aynı yıl Kültür Bakanlığı desteğini kestiler ki biz bu yardımı Kenan Evren döneminde dahi almış bir tiyatroyuz. Hatta onunla da kalmadılar, artık AKP'li belediyelerin hiçbirisinin salonuna giremiyoruz. Onun için hiçbir zaman bize rahat yok galiba.

-Şu an Dostlar Tiyatrosu'nun hem sahibi hem yönetmeni hem çevirmeni hem de oyuncususunuz. Özel tiyatro yapmak zaten zorken bir de bütün bunları aynı anda yapmak zor olmuyor mu?

-Vallahi alıştım işte artık. Eskiden "Hem oynayıp hem yönetmek olmaz, yönetmenin karşıdan bakması lazım." diyordum. Bir yol buldum, asistanım vardı, benim yerime oynuyordu. Ben bazı günler yönetmen olarak yer alıyordum, bazı günler oyuncu olarak bulunuyordum, işte videoya alıyorduk bilmem ne yapıyorduk, zor işler ama alıştım. "Koşullar bunu gerektiriyorsa böyle olacak." diyorsun. Yavaş yavaş kafan öyle çalışmaya başlıyor. Tiyatro benim için bir bütün, aklıma bir proje geldiğinde dekoruyla sahnelemesiyle beraber geliyor.

-Dostlar Tiyatrosu'nun misyonunu ne olarak görüyorsunuz?

-Biz her zaman kurulu düzene karşı bir tiyatroyuz. Bu sadece ülkemizde değil, biz dünyanın düzenine de karşı bir tiyatroyuz. Önemli bulduğumuz sorunlara değinen, bir tartışma ortamı yaratan, bazı konularda insanları düşünmeye çağıran bir yapımız var. Böyle olunca tabii, Nazım gibi, Brecht gibi, Aziz Nesin gibi, Can Yücel gibi yazarlar çok işimize yarıyor. Belgesel tiyatroya (Sivas 93 gibi) çok önem veriyoruz. Bazı konulara insanların ilgisini çekmek istiyoruz.

-Ben bugüne kadar beş oyununuzu izledim ve bunların her birinden sarsılarak içim umut dolu olarak çıktım. Bu oyunlarınızın bendeki yansıması tabii.. Peki sizin seyircide uyandırmaya çalıştığınız duygular bunlar mı gerçekten?

-Evet, sarsma konusu tabii her zaman var, "Öyle bir şey yapalım ki buradan çıkınca seyirci unutmasın, düşünsün, başkalarıyla tartışsın, o konu üzerine araştırmalar yapsın, ne bileyim Nazım'ın şiirlerini okusun, Brecht'i araştırsın..." düşüncesi hep hakim. Ama bu umut meselesi yeni yeni oluşmaya başladı. Son yıllarda genel olarak toplumda öyle bir karamsarlık, bezginlik, aydın kesim için öyle bir yenilgi duygusu var ki şimdi şimdi "Tiyatronun en önemli işlevi seyirciye umut aşılamaktır." diye düşünüyor hale geliyorum. Ben de umutsuzum. Bu oyunları oynarken önce kendime umut aşılıyorum ki sonra o umutları seyirciye verebileyim. Oyundan çıktıktan sonra insanlar yanımıza geldiğinde herkesin gözünde o pırıltıyı görüyorum. "Oh bu oyun bize iyi geldi, kendimi çok kötü hissediyordum." diyorlar.

-Şu anki seyirciden memnun musunuz? Ne düşünüyorsunuz günümüz tiyatro seyircisi hakkında?

-Ben memnunum. Çok ilgi var, o sevindiriyor beni. En önemlisi salonlarımız doluyor. Yani bir iş yapıyorsunuz, çok emek veriyorsunuz, uğraşıyorsunuz ama o karşılığı görmezseniz boşuna çalışıyorsunuz demektir. Bizim yaptığımız iş beğeni görüyor, özellikle gençler tarafından akın oluyor salonlara. Normalde tiyatrolara gittiğimde atraktta bakıyorum, gençler yok ortada. Paris'te, Londra'da, New York'ta da aynı bu durum. Bizde de aynıydı. Sivas 93 oyunuyla beraber, altı yedi yıl önce kaderimiz döndü bu açıdan. Oradan itibaren genç seyircinin merakı çok arttı. Ben orada anladım ki gençlerin beklediği işleri yaptığınız zaman onlar tiyatroya geliyorlar. Gençler gelmiyorlarsa onları getirecek iyi bir iş yapılmıyor demektir. Bizim Sivas 93'ten itibaren, işte Marx'ın Dönüşü olsun, Nereye Gidiyoruz? olsun seyircimiz katlanarak arttı. (Tahtaya vuruyor.) İyi gidiyoruz yani.

Nazım Hikmet Oratoryosu
-İyi işlerden bahsettiniz aklıma hemen Nazım Hikmet Oratoryosu geldi. Senede birkaç defa oynuyorsunuz ve inanılmaz beğeniliyor, talep görüyor, insan seli oluyor adeta. Nereden çıktı bu proje?

-2002 yılı Nazım'ın 100. doğum yıl dönümüydü. Bir yıl öncesinden o dönemin CHP'li Kültür Bakanlığı müsteşarı önemli Türk bestecilerine önemli Türk yazarlarıyla/şairleriyle ilgili bir proje ısmarlama fikrini atıyor ortaya. Birisi Mevlana yapsın, birisi Nazım Hikmet yapsın vs. şeklinde konuşuluyor bu. Fazıl Say'a da "Nazım'ı sen yapar mısın?" diyorlar. Fazıl da o sırada New York'ta yaşıyor. Ona sorduklarında tuhaf bir şekilde "Yaparım ama Genco Erkal'ı isterim." demiş. Bunu bana söyledi müsteşar, şaşırdım kaldım, "Yurtdışında yaşıyor bu adam, beni nereden tanıyor?" dedim. Ben de onun CD'lerini dinliyorum o sıralar, çıldırıyorum, baştan sona bir daha bir daha dinliyorum. "Vallahi Fazıl beni ne için, hangi koşullarda istiyorsa gelir yaparım, açık kart veriyorum size." dedim. Sonra mailleşmeye başladık, işte proje şu şu şiirlerden oluşacak filan diye. O mesela ilk giriş için bence Nazım'ın kuru didaktik, slogancı, neredeyse ısmarlama yazılmış bir şiirini seçmişti. Ben Kerem Gibi'yi önerdim, kabul etti. Sonra AKM'nin piyanolu küçük bir salonunda biz buluştuk, Fazıl bana okuyacağım şiirlerin altında çalacak müzikleri çaldı. Başladı, belki daha bir dakika bile olmadan ben yapacağımız şeyi orada gördüm, tüylerim diken diken oldu. Sonrasında da o duygum beni hiç yanıltmadı. Bu da artık hit oldu, klasik müzik alanında hiçbir besteciye kısmet olmayan bir başarı yakaladı.

-Eminönü'ndeki Ali Paşa Han'ı tiyatro salonuna dönüştürmek gibi müthiş bir iş yaptınız. Çok sürmedi ama harika bir işti. Arkasındaki hikaye neydi Ali Paşa Han'ın?

-Biz Muammer Karaca tiyatrosundan atıldık, mekansız kaldık. Sonra bu Ali Paşa Han'ı bulduk, orada tiyatro yapalım dedik. Bir de benim böyle tarihi mekanlara falan çok merakım vardır. Turistik gezilerde bile bir antik tiyatro görürsem hemen sahneye çıkıp bir şiir okumak, bir oyundan bir pasajı oynamak isterim. Kaş'taki, Pamukkale'deki tiyatrolarda filan hep böyle oynadım ben. Ali Paşa Han'ı da öyle yaptık. Orası benim gözümde Bursa Cezaevi'nin doğal dekoru gibiydi benim gözümde. Oyunu oraya göre yazdım. Yani mekana göre oyun yapıldı. Sonra ailevi bir anlaşmazlık, bir çatışma yüzünden orada tiyatro yapamaz hale geldik. Sonra, "Ben duramam, yazın başka bir yer bulmalıyım." diye dolaş dolaş Kadıköy Lisesi'ni bulduk. Şimdi orada da başımız belaya girdi, bu sene yine başka bir yer açacağım.

-Hiçbir zaman yılmıyorsunuz galiba. Tiyatrolardan atılıyorsunuz, yenisini buluyorsunuz, sürekli yeni şeyler üretmeye çalışıyorsunuz. Türkiye'nin birçok farklı şehrinde oyunlar oynuyorsunuz, artık tiyatroyu bile neredeyse tatile sokmuyorsunuz. Nereden geliyor bu enerji?

-Vallahi ben çalışmayınca mutsuz oluyorum, çalışmam lazım. Benim en büyük mutluluğum izleyiciyle karşı karşıya gelmek, onlara umut aşılamak, onlarla oyundan sonra sarmaş dolaş olmak, fotoğraf çektirmek... O zaman yorulmuyorum. Senelik ortalama yüz altmış oyun oynuyoruz son yıllarda. Aslında program çok ağır, hafifletmem lazım ama dayanamıyorum, gel deyince gidiyorum nereden çağrılırsam.

-Şu sıralar referandumla ilgili "Hayır" kampanyasına destek için sizin sesinizden bir kayıt dolaşıyor. Sizin böyle bir yol gösterici duruşunuz da var. Güncel olaylara karşı etkinizi nasıl değerlendiriyorsunuz?

-Biz böyle güncel mesaj vermeye Gezi olaylarıyla beraber Ali Paşa Han'da oyun sonunda pankart çıkartarak başladık. "Nazım Gezide" diye bir pankarttı o. Baktık çok güzel oluyor, ondan sonra her fırsatta bir mesaj vermeye başladık. Şimdi de mesajımız "Hayır". Bu hayır meselesi, bu referandum bence çok önemli. Her seferinde aynı şeyi söylüyoruz, köprüden önce son çıkış diyoruz ama bu gerçekten son artık. Öyle bir dönemeç ki bu eğer burada da yenilirsek artık bu ülke iflah olmaz ben buna inanıyorum. O yüzden elimden gelen her şeyi yapacağım.  Bu videodaki kayıt Borchert'in bir şiiriydi. Bana çok sürpriz oldu. Hiç hatırlamıyorum çünkü nerede kaydettiğimi, kimin için kaydettiğimi falan. Birden bastım "play" tuşuna, "Yahu bu benim sesim." dedim, "Birisi benim sesimi mi taklit etti?" diye düşündüm. O kayıt bu kampanya için doldurulmuş bir şey değildi. Beş altı yıl öncesine ait bir kayıttı.

-Son olarak izleyicilerinize, sevenlerinize, bu röportajı okuyacak olan insanlara ne söylemek istersiniz?

-Vallahi şu an bir tek şey bekliyorum o da "Hayır" demeleri. Gerisini sonra konuşuruz. Önce yeter ki şu referandumu hayırlı bir şekilde geçirelim. (Gülüyor)




Röportaj:Salim Ece-Nadire Bozköylü
Fotoğraflar:Oğuzhan Karakaya