29 Mart 2015 Pazar

Tiyatro Duayeni Zihni Göktay ile Röportaj -1

  Aralık 1945'te İstanbul, Fatih'te doğan Zihni Göktay, usta-çırak ilişkisiyle yetişmiş, geleneksel Türk tiyatrosuyla kavrulmuş usta bir oyuncudur. Öğrencilik yıllarında amatör olarak başlayan tiyatro hayatını önce Eminönü Halkevi, Üniversite Gençlik Tiyatrosu gibi platformlara taşır; sonrasında ise Ankara'ya gelerek Meydan Sahnesi'nde oyunlar oynar. 1973'te İstanbul Şehir Tiyatrosu'na girer ve birçok oyunda yer aldıktan sonra 1984'te burada Lüküs Hayat oyununa başlar.Tuluatla zenginleştirdiği bu oyun, tam 28 sene boyunca tek koltuk boş kalmadan oynanır, bu aynı zamanda bir dünya rekoru sayılmaktadır. Tiyatronun yanında kariyerine birçok dublaj,sinema filmi ve dizi sığdırmış olan Göktay; 3 adet İsmail Dümbüllü ödülünün de sahibidir. Çoğumuz onu  Bizimkiler'in Muvaffak Hoca'sı, Cennet Mahallesi'nin Ethem'i ve son olarak Ulan İstanbul'un Servet Ağabeyi olarak hatırlıyoruz.

 Şehir Tiyatroları'nın 100. yılında tiyatromuzun böyle bir duayenini, Zihni Göktay'ı, es geçsek olmazdı. Röportaj talebimizi kendisine ilettiğimizde bizi hiç kırmadan kabul etti ve Kadıköy Haldun Taner sahnesinde çok samimi ve dolu dolu bir röportaj gerçekleştirdik. Takdiri tabii ki size bırakacağız fakat röportajı yaparken biz, tiyatronun gücüne, bir tiyatrocunun sanat aşkına ve tevazusuna şahit olduk; sahnede devleşen muhteşem oyununun ardındaki fedakarlıkları hissettik. O kadar dolu bir hayatla karşı karşıya kaldık ki sohbet ettiğimiz 2 saat röportajı tamamlamaya yetmedi. Yeni bir röportaj için sözleşip iki ayrı röportaj hâlinde yayınlamaya karar verdik. Birazdan okuyacağınız röportaj, büyük usta Zihni Göktay'ın  genellikle geçmiş yıllarına ve tiyatro aşkına dair olan ilk röportajımızdır.

-Çocukluk günlerinizde dahi tiyatroya bir eğiliminiz var.Evinizde Karagöz ve Hacivat tasvirleri alıp oynuyorsunuz. Nereden geliyor bu ilgi?

-Evet, onları bana hediye getirmişti babam Kapalıçarşı'dan.Hatta birinde kimse evde yokken bu tasvirleri oynatmak için mum yaktım, devrildi neredeyse evi yakacaktı filan.Böyleydi. Çünkü beni babam hiç maça götürmedi, sokakta top oynamama dahi izin vermediler. Tabii ben Fatih doğumluyum, orada sahalar filan yok,mahalle arasındayız. Aman düşersin, parke taşları var kolunu kırarsın, okuldan kalırsın filan diye düşünürlerdi. Onun için tiyatroya götürdü babam beni.Bu Darülbedayi'nin çocuk tiyatrosu vardı Ferih Egemen'in kurduğu, orada oyunlar izledim. Derken tiyatro ateşi düştü içime tabii.12 yaşlarıma gelince de büyük oyunlarına gitmeye başladım.Tabii ailece giderdik, babam tiyatroyu çok severdi. Ondan sonra işte ilkokul müsamerelerini de saymazsak Pertevniyal Lisesi'nin tiyatro kolunda çalıştım.Aynı zamanda Eminönü Halkevi'ne de katıldım lise birde.Zaten 3 sene sonra, 1964'te, mezun olunca profesyonel oldum. Hiç konservatuvara girmek gibi bir girişimim olmadı. Zaten ben o zaman da konservatuvara giriş sınavlarına karşıydım. Şu anda da, 2015'te, hâlâ karşıyım.

-Neden karşısınız?

-Şimdi şöyle; ben sizinle 10 dakika konuşursam sizin tiyatrocu olup olmayacağınızı anlarım. Bir heyecan meselesidir imtihan. 6 kişi oturur karşınızda, bunların çoğu öğretmen sınıfıdır.  Yani nazari bilgilere sahip olan, sahne üzerinde pek etkili olmayan insanlardır.Ondan sonra gelirler, sizin aktör veya aktris olup olamayacağınıza karar verirler. O gün modları nedir bilinmez; belki sinirlidirler, belki canları sıkkındır. Siz de eğrisi doğrusuna denk gelir o sırada girersiniz içeri. Moliere'den bir parça, Anton Çehov'dan bir parça; yahutta bir tane şiir Nazım Hikmet'ten veya Necip Fazıl'dan ,her neyse, ezberlemişsinizdir. Sana oradan bir mimik verirler. Karşında 6 kişi gözünü dikmiş sana bakıyor, sen orada oynamaya çalışıyorsun. Heyecanlanır insan, hayatı mahvolur, refüze olur böyle tam içerisinde bir aktör/aktrislik yumağı varken.  Bir de işin içine  "İşte bizim arkadaşın çocuğudur, çok güzel kuş taklidi yapıyor" diyen insanlar girer; gerçi bu işin torpili olmaz ama olmaya başladı artık, ezber bozuldu. Çok güzel de bir laf vardır bunun için: Neler geldi neler geçti felekten, un elerken deve geçti elekten.

 Mesela ben birisinin aktör veya aktris olup olmayacağını anlamak için onunla enine boyuna bir mülakat yaparım. Sosyolojik incelemelerini, günlük hayata dair görüşlerini , neden tiyatrocu olmak istediğini konuşurum; onların diksiyonuna, 28 harfle mi konuşuyor, "R"leri söylebiliyor mu filan diye bakarım. Sonra derim ki "Sen bir sene bizimle beraber olacaksın konservatuvar hazırlık sınıfında. Biz bir sene sonunda anlayacağız tiyatrocu olup olamayacağını." Eğer olursa buyrun 1. sınıftan başlayın derim. Yoksa jürinin karşısına geç dur, bana mı baktılar, ne yapacağım , heyecanlandım diye düşün filan olmaz öyle.


 Şimdi bir de şey var "Tiyatroya girsin bakalım hiçbir şey olamazsa dizi oyuncusu olur" diyen kadınlar görüyorum oğlunu/kızını tiyatroya sokmak isteyen. O zaman gitsin ajansa yazdırsın, nasılsa her gün AKM'nin önünden minibüsler kaldırıyorlar filmlere, dizilere. Orada bir şey olur veya olmaz, benim mesleğimi niye bulaştırıyorlar buna? Bu iş zordur, en kötü tiyatrocu bugün 20 senede yetişiyor. O bakımdan acımasızım yani, başka bakımdan çok hoşgörülüyümdür ama mesleğime tecavüz edilmesine asla göz yumamıyorum.

-Çok yanlış bir yaklaşım hakikaten. Maalesef aileler bazen böyle yanlış yönlendirmelerde bulunabiliyorlar.  Peki sizin aileniz nasıl bakıyordu tiyatroya olan ilginize?

-Babam önceden, ben tabii ona yetişmedim, amatör tiyatro yapıyormuş zaten.  Beni de sürekli tiyatrolara götürdü. Annemle o kadar gitmezdik ama babam muhakkak götürürdü beni. Tabii benim de oradan  kor düştü içime, tiyatro ateşiyle yanıp tutuşuyordum. Ailede de herkes; dayılarımın, amcalarımın çocukları vardı, işte biri röntgen mütehassısı olacak, biri uçak mühendisi olacak ODTÜ'yü kazanmış, biri biyolog olacak,biri avukat olacak, biri mimar/mühendis olacak. Benim de karne geliyor Pertevniyal Lisesi'nde hep 2-3'lerle dolu, edebiyat filan 10 sadece. Ailede başımın etini yiyorlardı; işte efendim senden bir şey olmayacak da doğru düzgün çalışamıyorsun da kendini vermiyorsun da ötekiler yani amcamın-dayımın benden büyük çocukları beni çalıştırsın filan. Benim de kafama girmiyor kardeşim. 80 tane piyes ezberledim hayatımda, orada 5 tane formül ezberleyemediğim için kalıyordum. Çünkü sevmediğim işi yapıyordum. Tiyatrocu olurken de ailemin gözünün önünde olmak istemedim. Babamın da başının etini yiyorlardı işte yeterince baskı yapamadınız filan diye. Amcamlar pek karışmadılar ama dayı taraflarım illa diş tabibi olmamı istiyorlardı. Bana o kadar çok baskı yaptılar ki... Halbuki demokratik bir ülkede insan; işini, eşini, aşını seçemiyorsa hiç yaşamasın daha iyi.

-Ailemin gözünün önünde olmak istemedim dediniz. Ankara'ya gittiniz değil mi? Bildiğim kadarıyla Meydan Sahnesi'nde de ilk baş rolünüzü oynadınız

- Evet. Pertevniyal Lisesi, Eminönü Halkevi, Milli Türk Talebe Birliği ve İstanbul Gençlik Tiyatrosu'ndan sonra Ankara Meydan Tiyatrosu'na geçtim.1973 yılında tiyatro kapanana kadar da kaldım. Orada Eşeğin Gölgesi oyununun provaları yapılıyordu. Ben provalara sonradan katıldım,onlar 1 hafta önce başlamışlardı.Bir tane küçük rolüm vardı bu oyunda. Bir genel prova sırasında, son hafta 3-4 tane genel prova yapıyoruz, bir ağabeyimiz vardı, inzibatlar geldiler onu götürdüler. Meğer asker kaçağıymış. Alıp götürünce de tabii 3 gün sonra piyes başlayacak, tiyatronun sahibi ve genel sanat yönetmeni Çetin Köroğlu beyefendi "Oğlum sen bu teksti al, öteki küçük rolleri bırak, Şaban rolünü ezberleyeceksin" dedi.Ama o zaman da zıpkın gibiyim, Grundig TK 146 teyp gibiyim, yani çok çabuk ezberliyorum.Onun için bana orada hafız diyorlardı. Bu teksti ezberleyişim de bir dramdır doğrusu. O sıralarda Ankara'ya yeni gitmişim daha bir hafta on gün olmuş. Hergele Meydanı'nda 5. sınıf bir otelde kalıyorum daha ev filan tutamadım. Cebimde 80 lira para vardı gelirken Ankara'ya, 15 lirası zaten otobüs biletiydi. O gece otele gittiğimde otel kâtibi beni içeri almadı,"Senin 90 lira borcun var, onu kapat öyle gir. Biz haftalık hesap kapatıyoruz" dedi. "Yok" dedim. "O zaman almıyorum seni içeri" dedi. Provadan çıkmışım, gecenin 11.30'unda, Ankara'nın ayazında kaldım ortalıkta. Akraba yok, tanıdık yok, tiyatroda kimseyle samimi değilim, herkes evine gitmiş ama ben kimsenin kapısını bilmiyorum. Aldım teksti , yürüye yürüye Ulus Meydanı'ndan Ankara Garı'na gittim. Orada, bekleme salonunda, ışıkların altında Eşeğin Gölgesi'nin Şaban rolüne bakıyorum. Saat 2'de her tarafı süpürmeye başladı hademeler bana da oranın görevlisi bekçi geldi "Burayı kapatıyoruz, sabah 5'e kadar kapalı kalacak.Bundan sonra gelen giden tren olmayacak" dedi. Ne yapacaksın? Peronda kaldım ben ayazda. O hava gazı lambalarının altında gide gele gide gele, ayaklarımı yere vurarak, ellerimi ovuşturarak tekste baktım. Sonra sabah Sıhhıye'ye, Meydan Sahnesi'ne gittim. Tiyatronun bulunduğu hanın çay ocağı açılmıştı, gittim biraz ıhlamur içtim. Bir taraftan tabii hüngür hüngür ağlıyorum.Tiyatronun büfecisi gördü Süleyman Bey "Ağlama evladım, avans iste tiyatro müdüründen, nasıl olsa  seni bu tiyatroya almışlar" dedi. "Peki" dedim. Sonra avansı aldık, rahmetli Erdinç Üstün ve Selçuk Uluergüven'le birlikte Kavaklıdere'de 500 liraya bir ev tuttuk. Öyle geçirdik.

-Şehir Tiyatroları'na ne zaman girdiniz?

-Temmuz 1973'te dilekçemi verdim. Ağustosa doğru, bir ay sonra, dilekçeme cevap geldi. Vasfi Rıza Zobu "25 lira yevmiyeli figüran kadromuz var. İsterseniz gelin, daha ileriki yıllarda stajyer kadroya geçirme imkânımız olabilir kendinizi gösterirseniz" dedi. Yani kadrolu değil yevmiyeli olarak başladım. Sahneye çıkıp performans gösterdiğim her gün için 25 lira yevmiye alıyordum. Ayda 20-25 gün oyun oynuyordum. Ailemin evinde kaldığım için de idare ediyordum. Öyle hiçbir zaman frapan bir yaşantı içinde olmadım.Çocukluğum II. Dünya Savaşı'nın sonunda geçtiği için hep yokluklarla büyümüştük zaten. Cebinizde para olsa da bir şeyler yoktu çünkü. Sayfalı nüfus kağıtları vardı, ona mühür vurulur, ona göre alınırdı. Onu da geri iade etmedim ben nüfus idaresine; hatıra olarak saklıyorum belki bir piyeste aksesuar olarak lazım olur diye.

-Daha önce de ifade ettiğiniz gibi konservatuvardan değil, usta-çırak kültüründen yetişmiş bir sanatçısınız. İsmail Dümbüllü, Muammer Karaca, Vasfi Rıza Zobu gibi ustalarla çalışma fırsatı buldunuz. Ne kattı bu size?

-Bunlar bana Türk tiyatrosundaki geleneksel yapı içinde, halk tiyatrosunu, vodvili öğrettiler. Bizim geleneksel tiyatromuz epik tiyatronun da temelini oluşturur aslında, yani Bertolt Brecht epik tiyatro yapıyor ama asıl epik tiyatro yapanlar bizimkilermiş, sonradan fark ettiler. Muammer Karaca bir epik oyuncu, İsmail Dümbüllü yabancılaştırma efektini en iyi kullanan bir halk sanatkârı.

 Tabii benim birlikte büyüdüğüm, aynı mahalleden olan arkadaşlarım da Savaş Dinçel, Müjdat Gezen, Erol Büyükburç, Suna Pekuysal, Metin Akpınar, Zeki Alasya,Kemal Sunal, Eşref Kolçak bunlar hep bizim mahalleden; Dersaadet'tendir. Biz oranın havasından mı suyundan mı bilmiyorum, geleneksele çok yatkınızdır.

-Bunu bilmiyordum. O zaman geçen sefer Toron Bey'e sorduğum soruyu size de sorayım: Tiyatroya, sanata gönül vermiş birçok sanatçı aynı mahallede yetişmişsiniz. Bunu neye bağlıyorsunuz?

-Etkileşim. Herhalde bizim zamanımızda başka bir eğlence yoktu. Zaten  ekonomik olarak çok iyi durumda olan ailelerden gelmedik hiçbirimiz. Öyle gazinolarda diskoteklere gidecek paramız da olmadığı için tiyatroya gidiyorduk ve de kendi aramızda amatör tiyatro yapıyorduk. Hepsi Eminönü Halkevi'ndeydi işte Zeki de Metin de. Savaş Dinçel mesela üniversite tiyatrosundan. Hatta Cüneyt Türel Türkiye Talebe Birliği Gençlik Tiyatrosu'ndan ağabeyim. İşte böyle o zamanın gençliği hep bir aradaydık biz. Bir de galiba biz Direklerarası'nda çok dolaştık, Türkiye'nin Broadway'i dediğim yer, her zaman sahne üzerinde de tekrarlıyorum. Darülbedayi'nin kurulduğu Letafet Apartmanı'nın da bulunduğu yer. Oradan çok geçtik biz, çünkü komik-i şehir Naşit Bey'in, Kel Hasan Efendi'nin tiyatroları orada; hepsi de Direklerarası'nda. Muhsin Bey'in Burhanettin Tepsi ile birlikte kurduğu Ferah Tiyatrosu da orada. Onun için, biz oraları çok çiğnediğimiz için toprağından, suyundan, havasından esinlendik.

-İyi ki de esinlenmişsiniz yoksa tiyatromuz,sinemamız hep yarım kalacakmış. Size İsmail Dümbüllü'yü sormak istiyorum. Üzerimde uğuru vardır, diyorsunuz.Anlatır mısınız onu?

-Evet var. Şimdi İsmail Dümbüllü'nün pişekârı Tevfik İnce amcamız , bizim Sarıgüzel'de, Fatih'te bizim evin karşısında oturuyordu. Pek ailece görüşmüyorduk ama Tevfik amca iri yarı, göbekli bir adam olduğu için, tabii o zaman da konfeksiyon denen bir şey yok,  babama ısmarlama pantolon diktirirdi. Bir gün de İsmail Dümbüllü ile birlikte  bizim dükkana gelmişler, oturuyorlarmış. Ben de liseden çıktığım zaman babamın dükkanına uğruyordum hep. O gün bir baktım İsmail Dümbüllü oturuyor dükkanda Tevfik İnce amcayla beraber.  Babam " İyi ki geldin Zihni, bak seni Gülhane Parkı'na götürdüğüm İsmail amcan bizde" dedi.Ben de gittim elini öptüm, heyecanlandım, sevindim filan. "Bizim mahdum da amatör tiyatro yapıyor" dedi babam. İsmail Dümbüllü'de benim başımı sıvazladı, sırtımı okşadı "Cenab-ı Hak benim gördüğüm uğurları senin de görmeni nasip etsin inşallah" dedi. Bana öyle bir el verdi yani. Ondan sonra birkaç kez de tesadüf halamın evine gittiğimde rastladım. Böyle birtakım rastlantılar oldu onunla. Her seferinde, yaz temsilleri olduğu zaman "Çekinme gel, söyle kapıya İsmail Amca'yı seyredeceğim diye sana duhuliye(giriş) bileti de kesmesinler, gel seyret" derdi.

-Peki, son olarak Şehir Tiyatroları'na tekrar dönmek istiyorum. Çünkü sizi sanatseverlere sevdiren, sanatınızı yücelten kurum orası oldu. Kadroya nasıl geçtiniz?

-Anlatayım. Vasfi Rıza Zobu beni yevmiyeli olarak aldı tiyatroya, sonra 1973'ün sonunda seçimler oldu ve Ahmet İsvan belediye başkanlığını kazandı. Ahmet İsvan, Vasfi Rıza Bey'i gayet kibar bir şekilde "Hocam siz iyice yoruldunuz, Muhsin Ertuğrul hocamız devralsın biraz" diyerek dinlenmeye aldı. Zaten 1914'ten beri Şehir Tiyatroları'nı idare eden 2 tane adam var bir tanesi Muhsin Ertuğrul diğeri Vasfi Rıza Zobu. Bundan sonra da kavgalı, halef-selef gibi değillerdi yani. Fikir, görüş ayrılığı vardı tabii. Vasfi Bey Osmanlı ve Tanzimat tiyatrosunu severdi; Muhsin Bey de Alman,Rus, İngiliz tiyatrolarını severdi. Ne mutlu bizlere ki bunların hepsini görme,öğrenme fırsatımız oldu. 1974'te Muhsin Bey gelince beni "Mutemet Ali Rıza Bey'in Yaşanmış Hayat Hikâyesi" adlı oyunda bir muhasebe müdür yardımcısı rolünde görmüş, gizli gizli seyredip beğenmiş.Beni bir cumartesi günü yanına çağırdı. "Seni seyrettim beğendim, bak buraya senin ismini de yazıyorum" dedi ve önündeki 16 kişilik stajyer listesinin altına bir 17. olarak da beni ilave etti.  O idare ettiği masa, Muhsin Ertuğrul Tiyatrosu'nda hâlâ duruyor.

  Evet sevgili okurlar, röportajımızın ilk kısmını böylece tamamladık. İkinci kısım 28 sene aralıksız oynayan efsane Lüküs Hayat oyunu, ustanın tuluat sanatı ve bu sezon sahneye konulan Cibali Karakolu oyunuyla ilgili olacaktır.Şimdi sizi Servet Ağabey'in "Aşk"ı anlattığı videoyla baş başa bırakıyoruz.


Röportaj:Salim ECE
Fotoğraflar:Fatma YANAR



10 Mart 2015 Salı

Toron Karacaoğlu Röportajı : Ustanın 65 Sanat Yılı

Herkese merhabalar!

  Blogumuzu kurduğumuz zaman sizlere birtakım röportajlar hususunda söz vermiştik.Biraz gecikme olsa da sözümüzü tuttuk ve Sarı Sokak Lambaları olarak Toron Karacaoğlu'yla harika bir röportaj gerçekleştirdik. Toplum olarak sanatsal anlamda yüzümüzü yanlış yerlere çevirdiğimiz şu günlerde gerçek bir ustayla sohbet etmek inanılmaz keyifliydi. Umarım siz de okurken aynı keyfi alırsınız.

Toron Karacaoğlu,  yüzlerce filminde Cüneyt Arkın dublajları yapmış, o güzel sesiyle hafızalara kazınan büyük bir usta. 65 yıllık tiyatro hayatında 170'i aşkın rol oynamış, hâlâ da oynamaya devam ediyor. Onu yakınlarda izlediğimiz Yeter Anne dizisinden veya Beyaz Melek filminden de hatırlayabiliriz. Röportaj teklifimizi kabul edip güzel sohbetiyle bizi aydınlattığı için ona tekrar sonsuz teşekkürlerimizi sunuyoruz.

-Tiyatro alanında 65. yılınızı doldurduğunuz bu günlerde sizinle sohbet etmek gerçekten büyük bir onur. En başından almak istiyorum: Nasıl başladı tiyatro maceranız?

-Ben 2 kere evden kaçtım.Çünkü tiyatroya büyük bir ilgim vardı ve tiyatrocu olmak istiyordum. Birincisinde Ankara'ya gittim konservatuvar sınavlarına girmeye. Gittiğimde eylül ayı civarıydı fakat sınavlar ağustos ayında bitmişti. İkincisinde 1949 yılında İstanbul'a geldim. O zamanlar İstanbul Konservatuvarı'nın tiyatro bölümü yok. Hüsamettin Bozok'la tanıştım, niyetimi söyledim o da  bana Ercüment Behzat Lav'a vermek üzere bir tavsiye mektubu verdi. Mektubu Drama Tiyatrosu'na götürdüm. İçeride prova olduğu için ses çıkarmamaya çalışıyorum fakat tiyatro ahşaptan olduğu için mümkün değil. Girer girmez bir gıcırtı çıktı. "Gel bakayım" dedi Ercüment Behzat Lav, gidip mektubu verdim. Beni şöyle bir süzdü "Pekâlâ"  dedi "Çık sahneye arkadaşlarınla tanış" Tabii hoşuma gitti. Oyuncular arasında Deniz Uyguner'i zaten ortaokuldan tanıyordum.  Onlar Zeki Müren'le bizden bir üst sınıftaydı.

-Siz tabii Zeki Müren'le de tanışıyorsunuz.

-Tabii, mahalle arkadaşım.

-Rica etsem biraz da o günlerden bahseder misiniz? Zeki Müren'le nasıl bir ahbaplığınız vardı?

-Şimdi Zeki Müren'le biz ailece görüşürdük.Eskiden adetti, akşam ezanından sonra evlerde toplanılır oturulurdu işte çaylar, kahveler, pastalar yapılır ikram edilirdi. Bizim evin bahçesi çok genişti, orada toplanılır oyunlar oynanırdı genelde.Zeki, halamın oturduğu tarafta otururdu, o da gelirdi bize. Ortaokulda beraberdik, o benden bir yaş büyük olduğu için bir üst sınıftaydı. Liseyi okumak için İstanbul'a gitti onlar. Zeki, Boğaziçi Lisesi'ne gitti, Deniz (Uyguner) de o tarafta bir başka liseye gitti.

-Aynı çevreden çok değerli sanatçılar yetişmiş görüyorum ki. Okulunuzun veya yetiştiğiniz ortamın bunda bir etkisi olmalı.

-Yetişmeyle ilgisi var; çünkü, mesela ilkokuldan beri ben  çok şanslı bir çocuktum.İlkokul hocam Mümine Altıngiray isimli bir hanımefendiydi. İstanbul Türkçesini ilkokulda öğretti bize. Kendisi çok güzel konuşurdu, e biz de onu taklit ederdik. Hatta ders anlatırken bile "Hayır o öyle değil, böyle" diyerek de bizi düzeltirdi. Sonrasında ortaokulda yine şanslıydım. Bir hocam şair Haşim Nezihi Okay'dı. Babamın da dostuydu. Bir de lisenin muavini vardı: İbrahim Dekak. O da şiirler falan yazar , makaleleri yayınlanırdı Hakimiyet gazetesinde.

-Galiba Ahmet Hamdi Tanpınar da sizin hocanız.

-Ahmet Hamdi Tanpınar rahatsızlanan bir edebiyat hocasının yerine  bir seneliğine geldi.Bursa'da Zaman şiirini yazdığı zamandı. 1947 senesi olması lazım. İşte o aralarda benim bir şiirim, benim şairlik tarafım da vardır, Bursa Hakimiyet gazetesinde yayınlandı onu da okumuş, hoşuna gitmişti. Aslında o bir üst sınıflara giriyordu fakat ben okul gazetesini çıkardığım, onun da şiirlerini koyduğum için bana ayrı bir yakınlık duydu böylece ahbap olduk. Sonra İstanbul'da da görüştük.

-Peki, tiyatroya dönmek istiyorum izninizle. Ercüment Behzat Lav'a mektubu verip tiyatroya başladınız. Neler yaptınız bundan sonra?


-Ben orada Ercüment Behzat Lav'ın talebesi olarak 1 sene kadar çalıştım arkadaşlarımla beraber.Lale Oraloğlu, Altan Karındaş şan bölümü talebeleriydiler.İsmet Ay,Deniz Uyguner, Zerrin Arpat vardı.Biz o sene o kadar çalıştık ki Lale'yle Machbeth'i, Altan Karındaş'la Ruy Blas'tan sahneler oynadık,gösteri yaptık. Kendi tek kişilik oyunum da Launcelot Gobbo'ydu, onu oynadım. Bir gün vali Fahrettin Kerim Gökay gösteriyi seyretti, çok beğenmiş. İstanbul Konservatuvarı'nın  niye tiyatro bölümü yok, demiş.  Kurulması için emir vermiş ve nitekim hemen ertesi gün konservatuvara bir tiyatro bölümü kuruldu.

-Yani sizin gösteriniz beğenildiği için kuruldu aslında bu bölüm öyle mi?

-Evet çok beğenildi gösteri. Orada tabii Ercüment Behzat Lav, Ahmet Kutsi Tecer,Melih Cevdet Anday bizim hocamızdı.Biz böyle yetiştik. E gösteri de beğenilince bölüm kuruldu.Biz ertesi sene sınavla 1. sınıfa girdik, resmi talebe olduk. 1. sınıfı okurken asker kaçağısın dediler, beni yakaladılar. Mecburen askere gittim.Ama çok anlayışlı bir kurmay albayım vardı, o beni imtihanlara yolladı. Sezonun ortasında geldim çünkü askere. Sınıf atladım 2. sınıfa geçtim,yine askerliğime devam ettim. 52'nin sonunda askerliğim bitti. 53 yılının başında ben istidamı verdim şehir tiyatrolarına fakat gidiyorum, geliyorum bir cevap yok.Basri Dedeoğlu müdür, kat'iyen ilgilenmiyor.Şehir tiyatrolarından rahmetli Kemal Edige,dublaj arkadaşım aynı zamanda, niye üzülüyorsun yarın kadro imtihanı varmış, girsene imtihana, dedi.Benim tabii haberim yok. Hemen koştum ,Turhan Göker'e gittim, 71 numarayla kaydoldum. Vasfi Rıza Zobu, Bedia Muvahhit, Mahmut Moralı,Hüseyin Kemal Gürmen, Şaziye Moral, Galip Arcan, Necla Sertel gibi sanatçılardan oluşan bir jüri karşısında imtihana girdim. İlk elemede ilk 10'a, ikincisinde ilk 5'e girip nihayetinde imtihanı birincilikle kazandım. Ardından ben tam 11 ay 15 gün Ankara'dan kadro bekledim. Bu arada da 5 lira yevmiye ile çalıştım. Kadrom geldi, 1980 senesine kadar böylece kadrolu oyuncu olarak çalıştım.



- 1980 senesinde emekli olup Almanya'ya gittiniz bildiğim kadarıyla.

-Evet. 1976 senesinde karşı komşuma Almanya'dan bir hanım ve oğlu misafir geldiler, ben de onları Hisar'a oyuna çağırdım. Oyunu çok beğenmişler.Sonra beni yemeğe çağırdılar, sizin Almanya'ya gelmenizi çok isteriz dediler. Ben de okulda Almanca okuduğum için biraz aşinayım tabii. Kadının bu dediği aklıma girdi. 1980 senesi öncesi bildiğiniz gibi bir kargaşalık oldu.Tiyatrodan atılanlar filan oldu. O kargaşanın arasında ben de dilekçemi verip emekli oldum ve Berlin'e gittim. Orada üç Volkshochschule'de ve bir Oberschule'de Türkçe tiyatro öğretmenliği yaptım. Ardından Berlin Schaubühne Tiyatrosu'ndan teklif aldım ve iki sene kadar orada çalıştım. 1985'te Almanya'da yabancı düşmanlığı başlayınca geri döndüm. Kadromu geri aldım ve devam ettim.



-95'te ikinci bir emekliliğiniz daha var, doğru mu?

-Evet. 1995 senesinde yaş haddinden emekli oldum fakat tiyatroyu bırakmadım, misafir oyuncu olarak devam ettim.2007'de dönemin Kültür Bakanı Atilla Koç "Emekliler evlerinde ölsün" diye bir emir çıkardı. Kiralık Konak oyunu vardı o zaman. Kostümleriyle,dekorlarıyla öylece ortada kaldı, bizim de işimize son verildi.Sonra 2009'da bir gün Ali Taygun telefon etti. Ağabey, Leyla ile Mecnun'da Mecnun'un babasını oynuyorsun, ismini yazdım, yarın gel provaya başla, dedi. Olur mu öyle şey Ali,bizim işimize son verdiler, dedim. Ağabey ben seni kiralıyorum, kiranı vereceğim çalıştıracağım seni, dedi. Seve seve koşarak gittim.

-İyi ki dönmüşsünüz tekrar diyelim o zaman.Rahmetli Nejat Uygur'u sormak istiyorum size, sahneye siz çıkarmışsınız öyle mi?

-Evet hem de yalvara yakara. Bir gün Sarıyer'den bir teklif geldi. Biz bir piyes sahneye koyacağız orada senyör Arnolphe'u oynar mısınız,dediler. Moliere'in Kadınlar Mektebi oyunu. Aldım, okudum, hoşuma gitti.Büyükdere'de Halkevi'nde provalara başladık.Nejat akademi talebesiydi, dekorlarımızı yapıyordu, Paris'te bir sokak dekoru. Hatta Büyükdere'deki kilisenin aynını duvara işlemişti. Neyse biz oyun için oyuncuları bulduk, sadece hizmetçi kız eksik. Dedim ki bu hizmetçiyi erkek yapalım. Kemal Kan vardı gayet şişmandı, sonradan rejisör oldu, o şişman olur yanına bir de zayıf birisini bulup Laurel Hardy gibi yapalım,dedim. Zayıfı kim oynayacak diye bakarken Nejat sen oynasana, dedim. Hadi be oradan bir aileye bir soytarı yeter, dedi. Kardeşi Recai Uygur da bizle beraber jönü oynuyordu o sıralar. Neyse Nejat bu rolü oynadı ve bir geçişleri alkış almaya başladı ve girdi kanına. Sonra bir daha sahneden inmedi.




-Tiyatrocu yönünüzle sanatımız adına çok katkıda bulunmuşsunuz. Bunun için size ne kadar teşekkür etsek az. Fakat biz sizi bir de dublajlarınızla hatırlıyoruz. Ne zaman başladınız dublaj yapmaya?

-Ben 49 senesinde, meşhur Laurel- Hardy'leri konuşan , Ferdi Tayfur'un İpek Film stüdyosunda dublaja başladım. Bir sigortacı büyüğüm beni  tanıştırmıştı onunla. Ferdi Tayfur'un hayat sigortasını yapıyordu ve evine gidip geliyordu. Bir gün beni de yanında götürdü "Bu delikanlının sesi çok güzel dublaj yapmak istiyor" dedi, Ferdi Bey de " Yarın gel görüşelim" dedi. Ben ertesi gün İpek Film'e gittim, seyrettim nasıl yapıyorlar diye. Sonra beni küçük bir parçayla imtihan etti ve "Sen yarın yine gel" dedi. Böylece 49'da ben dublaja başlamış oldum.

-Kimleri seslendirdiniz?

-Aynı soruyu bana yıllar önce bir gazeteci sordu. Ona da söyledim. Şimdi ben bu zamana kadar konuştuklarımı unutmuş veya yanlış hatırlıyor olabilirim o yüzden ben konuşmadıklarımı söylüyorum. Sadri Alışık'ı, Muzaffer Arslan'ı ve Zeki Müren'i konuşmadım.

-Cüneyt Arkın'ı da epey bir filminde konuştunuz.

-Cüneyt'i çok konuştum. Çok az filminde konuşmadım. Bu "Nayır, nolamaz" diyen rahmetli Abdurrahman Palay çok az filmini konuştu Cüneyt'in. O seslendirdiği diğer karakterlerde de yapardı bunu. Hatta kendi çocukları da "Baba nayır dedin, nolamaz dedin" diye  alay ederlerdi.(Gülüyor)

-Bir de özellikle merak ettiğim bir şey var. Duyduğuma göre siz dublaj yaparken seslendirdiğiniz karakter heyecanlı da olsa, ağlıyor da olsa, hareketli bir vaziyette de olsa sadece sesinizi değiştirerek yani vücudunuzda zerre hareket olmadan sadece sesinizle o ifadeleri verebiliyorsunuz. Bu nasıl bir yetenek?

-Evet buna yetenek diyeceğim ve bir de hocadan yani Ferdi Tayfur'dan aldığımız bir şey. Ferdi Bey Laurel'i konuşur,Hardy'i konuşur, Üç Ahbap Çavuşlar'ı konuşur; hatta bir tanesi dilsizdir onu öyle konuşur ve sesini değiştirip anında lafını söylerdi.Hocamız kuvvetliydi yani.Sonra Orhan Boran geldi. Daha sonrasında tabii birçok dublaj yönetmeni geldi ve ben hepsiyle çalıştım. Ferdi Bey'in kız kardeşi Adalet Cimcoz bensiz dublaj yapmazdı. Toron olmadan dublaj yapmam, derdi ve kızardı. Eğer beni çağırmamışlarsa dublaja kendi de gitmez ve o şirkete haşin davranırdı. Çünkü ben bütün işlerimi, dublaj olsun tiyatro olsun, hep severek yaptım.Aynı filmde üç kişi konuştuğum olmuştur. Ruslar Geliyor filminde ben Rusça öğrendim ve  çok da güzel oldu.

-Peki artık dublajı bıraktınız mı?

-Bıraktım, yani şöyle bıraktım: Almanya'ya gidene kadar dublaj yaptım. Almanya'ya gidince dublajı kestim mecburen. Döndükten sonra Sacide Hanım,Lale Film'in devamlı dublaj rejisörü, beni birkaç defa dublaja çağırdı.Orada baktım Devlet Tiyatrosu'ndan bazı arkadaşlar dublaja geliyorlar,hiç ilgili değiller. Texti eline alıyor, karşısında küçücük ekran... Eskiden koca ekranlar vardı. Loop sistemi kulllanır, prova eder, tam nefesine varıncaya kadar oturturduk. Şimdi ne ağız tutuyor ne nefes tutuyor, adam filmde  ah diyor vah diyor, o sesler yok. Orijinal koyun diyorlar. Benim hoşuma gitmedi. Sacide Hanım'a söyledim, bir daha beni dublaja çağırmayın diye ve böylece bıraktım.

Ağrı Dağı Efsanesi
-Makyajınızı hep kendiniz yapıyormuşsunuz doğru mu?

-Evet hepsini ben yapıyorum. Hatta bir ara Ankara Devlet Tiyatrosu'ndan makyaj bölümünü okuyan bir hanım geldi ve Ağrı Dağı Efsanesi oyunundaki makyajımı yaparken safha safha fotoğrafımı çekti. Muhsin Bey'in bir lafı vardı: "Her kalem darbesinde rolünüze biraz daha yaklaşırsınız" Ankara Devlet Tiyatrosu'na gitmiştim bir gün, bir baktım oyuncular oturuyorlar makyajlarını başkaları yapıyor. Çok şaşırdım, ben herkes kendi makyajını kendisi yapıyor sanıyordum. Mesela babam benim oyunuma geldi bir gün, Ağrı Dağı Efsanesi, tanıyamamış beni."Bizim oğlan ne zaman çıkacak sahneye?" diye sormuş. Üvey annem göstermiş "İşte oturuyor ya" demiş. "Olur mu bunun elleri bile ihtiyar" demiş babam. 100 yaşında Sofi oynuyorum o zaman. O günlerde ellerime bugünün makyajını yapıyordum, mor mor damarlar çiziyordum.

-Bu sene bildiğiniz gibi Şehir Tiyatroları'nın 100. yılı. Şehir tiyatrolarının en tecrübeli ismi de olduğunuz için size son olarak şunu sormak istiyorum: Geçmişteki tiyatroyu; oyuncusuyla, seyircisiyle, kalitesiyle  bugünle karşılaştırırsanız ne diyebilirsiniz?

-Eskiyi arıyorum.Eski Dram Tiyatrosu'nda oynadığım oyunları ve seyirciyi arıyorum. Eskiden Dram Tiyatrosu'na çok şık hanımlar, beyler gelirdi sanki düğüne, baloya gidiyormuş gibi giyinir gelirlerdi.Dram, başlı başına bir sanat eseriydi adeta. Huşu içerisinde oynardınız orada. Oranın akustiği, oranın sihirli havası bambaşkaydı. O havayı bir daha hiçbir yerde yakalayamadım. Şimdi seyirci iyi oyun gördüğü zaman hâlâ ona rağbet ediyor fakat eskisi gibi değil.



-Yeni oyuncuları nasıl buluyorsunuz?

-Çok zor bir soru. Şimdi şöyle söyleyeyim ben bazen oyunlarda birinci perdeden sonra çıkıyorum. Yaptığım çok ayıp fakat tahammülüm yok. Sahne adabıyla konuşmasını bilmiyor gençlerimiz. Seslerini en arka sıradan duyulacakmış gibi kullanamıyorlar. Biz bir senelik çalışmamızda şan dersi aldık. Operacı mı olacaktık, hayır. Konuşmak için de gereklidir şan dersi çünkü bağırmadan sesi en arka sıralara ulaşacak kadar büyütebilir şan dersi almış kişiler.Şan dersi alan kaç tane oyuncu var bugün? Konservatuvar bitirmiş kaç oyuncu var? Benim birinci perdeden sonra terk ettiğim çok oyun olmuştur çünkü ne dediklerini anlamıyorum. Kulak kabartıyorum yine de anlaşılmıyor. Bir lafı anlamaya çalışırken ötekisini kaçıyorum.Oyunun bütününe vakıf olamıyorum, tepe sersemi olup çıkıyorum oyundan. Yaptığım ayıp tamam ama bizde hiç böyle birinci perdeden sonra çıkan filan olmadı. Şimdiki genç arkadaşlarda ben konuşma yeteneğini kâfi bulmuyorum.

-Peki size çok teşekkür ederim, değerli vaktinizi bize ayırdığınız için.

 Evet sevgili okuyucular, ilk röportajımızı böyle noktaladık. Son olarak Toron Karacaoğlu'nun sesinden "İstanbul" şarkısını paylaşarak size veda ediyoruz.Aynı zamanda röportajlarımızın devamının geleceğine dair sözümüzü yineliyoruz. Takipte kalın.

Röportaj: Salim ECE

Fotoğraflar: İrem TÜRKMEN