Şehir Tiyatroları'nın 100. yılında tiyatromuzun böyle bir duayenini, Zihni Göktay'ı, es geçsek olmazdı. Röportaj talebimizi kendisine ilettiğimizde bizi hiç kırmadan kabul etti ve Kadıköy Haldun Taner sahnesinde çok samimi ve dolu dolu bir röportaj gerçekleştirdik. Takdiri tabii ki size bırakacağız fakat röportajı yaparken biz, tiyatronun gücüne, bir tiyatrocunun sanat aşkına ve tevazusuna şahit olduk; sahnede devleşen muhteşem oyununun ardındaki fedakarlıkları hissettik. O kadar dolu bir hayatla karşı karşıya kaldık ki sohbet ettiğimiz 2 saat röportajı tamamlamaya yetmedi. Yeni bir röportaj için sözleşip iki ayrı röportaj hâlinde yayınlamaya karar verdik. Birazdan okuyacağınız röportaj, büyük usta Zihni Göktay'ın genellikle geçmiş yıllarına ve tiyatro aşkına dair olan ilk röportajımızdır.
-Çocukluk günlerinizde dahi tiyatroya bir eğiliminiz var.Evinizde Karagöz ve Hacivat tasvirleri alıp oynuyorsunuz. Nereden geliyor bu ilgi?
-Evet, onları bana hediye getirmişti babam Kapalıçarşı'dan.Hatta birinde kimse evde yokken bu tasvirleri oynatmak için mum yaktım, devrildi neredeyse evi yakacaktı filan.Böyleydi. Çünkü beni babam hiç maça götürmedi, sokakta top oynamama dahi izin vermediler. Tabii ben Fatih doğumluyum, orada sahalar filan yok,mahalle arasındayız. Aman düşersin, parke taşları var kolunu kırarsın, okuldan kalırsın filan diye düşünürlerdi. Onun için tiyatroya götürdü babam beni.Bu Darülbedayi'nin çocuk tiyatrosu vardı Ferih Egemen'in kurduğu, orada oyunlar izledim. Derken tiyatro ateşi düştü içime tabii.12 yaşlarıma gelince de büyük oyunlarına gitmeye başladım.Tabii ailece giderdik, babam tiyatroyu çok severdi. Ondan sonra işte ilkokul müsamerelerini de saymazsak Pertevniyal Lisesi'nin tiyatro kolunda çalıştım.Aynı zamanda Eminönü Halkevi'ne de katıldım lise birde.Zaten 3 sene sonra, 1964'te, mezun olunca profesyonel oldum. Hiç konservatuvara girmek gibi bir girişimim olmadı. Zaten ben o zaman da konservatuvara giriş sınavlarına karşıydım. Şu anda da, 2015'te, hâlâ karşıyım.
-Neden karşısınız?
-Şimdi şöyle; ben sizinle 10 dakika konuşursam sizin tiyatrocu olup olmayacağınızı anlarım. Bir heyecan meselesidir imtihan. 6 kişi oturur karşınızda, bunların çoğu öğretmen sınıfıdır. Yani nazari bilgilere sahip olan, sahne üzerinde pek etkili olmayan insanlardır.Ondan sonra gelirler, sizin aktör veya aktris olup olamayacağınıza karar verirler. O gün modları nedir bilinmez; belki sinirlidirler, belki canları sıkkındır. Siz de eğrisi doğrusuna denk gelir o sırada girersiniz içeri. Moliere'den bir parça, Anton Çehov'dan bir parça; yahutta bir tane şiir Nazım Hikmet'ten veya Necip Fazıl'dan ,her neyse, ezberlemişsinizdir. Sana oradan bir mimik verirler. Karşında 6 kişi gözünü dikmiş sana bakıyor, sen orada oynamaya çalışıyorsun. Heyecanlanır insan, hayatı mahvolur, refüze olur böyle tam içerisinde bir aktör/aktrislik yumağı varken. Bir de işin içine "İşte bizim arkadaşın çocuğudur, çok güzel kuş taklidi yapıyor" diyen insanlar girer; gerçi bu işin torpili olmaz ama olmaya başladı artık, ezber bozuldu. Çok güzel de bir laf vardır bunun için: Neler geldi neler geçti felekten, un elerken deve geçti elekten.
Mesela ben birisinin aktör veya aktris olup olmayacağını anlamak için onunla enine boyuna bir mülakat yaparım. Sosyolojik incelemelerini, günlük hayata dair görüşlerini , neden tiyatrocu olmak istediğini konuşurum; onların diksiyonuna, 28 harfle mi konuşuyor, "R"leri söylebiliyor mu filan diye bakarım. Sonra derim ki "Sen bir sene bizimle beraber olacaksın konservatuvar hazırlık sınıfında. Biz bir sene sonunda anlayacağız tiyatrocu olup olamayacağını." Eğer olursa buyrun 1. sınıftan başlayın derim. Yoksa jürinin karşısına geç dur, bana mı baktılar, ne yapacağım , heyecanlandım diye düşün filan olmaz öyle.
Şimdi bir de şey var "Tiyatroya girsin bakalım hiçbir şey olamazsa dizi oyuncusu olur" diyen kadınlar görüyorum oğlunu/kızını tiyatroya sokmak isteyen. O zaman gitsin ajansa yazdırsın, nasılsa her gün AKM'nin önünden minibüsler kaldırıyorlar filmlere, dizilere. Orada bir şey olur veya olmaz, benim mesleğimi niye bulaştırıyorlar buna? Bu iş zordur, en kötü tiyatrocu bugün 20 senede yetişiyor. O bakımdan acımasızım yani, başka bakımdan çok hoşgörülüyümdür ama mesleğime tecavüz edilmesine asla göz yumamıyorum.
-Çok yanlış bir yaklaşım hakikaten. Maalesef aileler bazen böyle yanlış yönlendirmelerde bulunabiliyorlar. Peki sizin aileniz nasıl bakıyordu tiyatroya olan ilginize?
-Babam önceden, ben tabii ona yetişmedim, amatör tiyatro yapıyormuş zaten. Beni de sürekli tiyatrolara götürdü. Annemle o kadar gitmezdik ama babam muhakkak götürürdü beni. Tabii benim de oradan kor düştü içime, tiyatro ateşiyle yanıp tutuşuyordum. Ailede de herkes; dayılarımın, amcalarımın çocukları vardı, işte biri röntgen mütehassısı olacak, biri uçak mühendisi olacak ODTÜ'yü kazanmış, biri biyolog olacak,biri avukat olacak, biri mimar/mühendis olacak. Benim de karne geliyor Pertevniyal Lisesi'nde hep 2-3'lerle dolu, edebiyat filan 10 sadece. Ailede başımın etini yiyorlardı; işte efendim senden bir şey olmayacak da doğru düzgün çalışamıyorsun da kendini vermiyorsun da ötekiler yani amcamın-dayımın benden büyük çocukları beni çalıştırsın filan. Benim de kafama girmiyor kardeşim. 80 tane piyes ezberledim hayatımda, orada 5 tane formül ezberleyemediğim için kalıyordum. Çünkü sevmediğim işi yapıyordum. Tiyatrocu olurken de ailemin gözünün önünde olmak istemedim. Babamın da başının etini yiyorlardı işte yeterince baskı yapamadınız filan diye. Amcamlar pek karışmadılar ama dayı taraflarım illa diş tabibi olmamı istiyorlardı. Bana o kadar çok baskı yaptılar ki... Halbuki demokratik bir ülkede insan; işini, eşini, aşını seçemiyorsa hiç yaşamasın daha iyi.
-Ailemin gözünün önünde olmak istemedim dediniz. Ankara'ya gittiniz değil mi? Bildiğim kadarıyla Meydan Sahnesi'nde de ilk baş rolünüzü oynadınız
- Evet. Pertevniyal Lisesi, Eminönü Halkevi, Milli Türk Talebe Birliği ve İstanbul Gençlik Tiyatrosu'ndan sonra Ankara Meydan Tiyatrosu'na geçtim.1973 yılında tiyatro kapanana kadar da kaldım. Orada Eşeğin Gölgesi oyununun provaları yapılıyordu. Ben provalara sonradan katıldım,onlar 1 hafta önce başlamışlardı.Bir tane küçük rolüm vardı bu oyunda. Bir genel prova sırasında, son hafta 3-4 tane genel prova yapıyoruz, bir ağabeyimiz vardı, inzibatlar geldiler onu götürdüler. Meğer asker kaçağıymış. Alıp götürünce de tabii 3 gün sonra piyes başlayacak, tiyatronun sahibi ve genel sanat yönetmeni Çetin Köroğlu beyefendi "Oğlum sen bu teksti al, öteki küçük rolleri bırak, Şaban rolünü ezberleyeceksin" dedi.Ama o zaman da zıpkın gibiyim, Grundig TK 146 teyp gibiyim, yani çok çabuk ezberliyorum.Onun için bana orada hafız diyorlardı. Bu teksti ezberleyişim de bir dramdır doğrusu. O sıralarda Ankara'ya yeni gitmişim daha bir hafta on gün olmuş. Hergele Meydanı'nda 5. sınıf bir otelde kalıyorum daha ev filan tutamadım. Cebimde 80 lira para vardı gelirken Ankara'ya, 15 lirası zaten otobüs biletiydi. O gece otele gittiğimde otel kâtibi beni içeri almadı,"Senin 90 lira borcun var, onu kapat öyle gir. Biz haftalık hesap kapatıyoruz" dedi. "Yok" dedim. "O zaman almıyorum seni içeri" dedi. Provadan çıkmışım, gecenin 11.30'unda, Ankara'nın ayazında kaldım ortalıkta. Akraba yok, tanıdık yok, tiyatroda kimseyle samimi değilim, herkes evine gitmiş ama ben kimsenin kapısını bilmiyorum. Aldım teksti , yürüye yürüye Ulus Meydanı'ndan Ankara Garı'na gittim. Orada, bekleme salonunda, ışıkların altında Eşeğin Gölgesi'nin Şaban rolüne bakıyorum. Saat 2'de her tarafı süpürmeye başladı hademeler bana da oranın görevlisi bekçi geldi "Burayı kapatıyoruz, sabah 5'e kadar kapalı kalacak.Bundan sonra gelen giden tren olmayacak" dedi. Ne yapacaksın? Peronda kaldım ben ayazda. O hava gazı lambalarının altında gide gele gide gele, ayaklarımı yere vurarak, ellerimi ovuşturarak tekste baktım. Sonra sabah Sıhhıye'ye, Meydan Sahnesi'ne gittim. Tiyatronun bulunduğu hanın çay ocağı açılmıştı, gittim biraz ıhlamur içtim. Bir taraftan tabii hüngür hüngür ağlıyorum.Tiyatronun büfecisi gördü Süleyman Bey "Ağlama evladım, avans iste tiyatro müdüründen, nasıl olsa seni bu tiyatroya almışlar" dedi. "Peki" dedim. Sonra avansı aldık, rahmetli Erdinç Üstün ve Selçuk Uluergüven'le birlikte Kavaklıdere'de 500 liraya bir ev tuttuk. Öyle geçirdik.

-Temmuz 1973'te dilekçemi verdim. Ağustosa doğru, bir ay sonra, dilekçeme cevap geldi. Vasfi Rıza Zobu "25 lira yevmiyeli figüran kadromuz var. İsterseniz gelin, daha ileriki yıllarda stajyer kadroya geçirme imkânımız olabilir kendinizi gösterirseniz" dedi. Yani kadrolu değil yevmiyeli olarak başladım. Sahneye çıkıp performans gösterdiğim her gün için 25 lira yevmiye alıyordum. Ayda 20-25 gün oyun oynuyordum. Ailemin evinde kaldığım için de idare ediyordum. Öyle hiçbir zaman frapan bir yaşantı içinde olmadım.Çocukluğum II. Dünya Savaşı'nın sonunda geçtiği için hep yokluklarla büyümüştük zaten. Cebinizde para olsa da bir şeyler yoktu çünkü. Sayfalı nüfus kağıtları vardı, ona mühür vurulur, ona göre alınırdı. Onu da geri iade etmedim ben nüfus idaresine; hatıra olarak saklıyorum belki bir piyeste aksesuar olarak lazım olur diye.
-Daha önce de ifade ettiğiniz gibi konservatuvardan değil, usta-çırak kültüründen yetişmiş bir sanatçısınız. İsmail Dümbüllü, Muammer Karaca, Vasfi Rıza Zobu gibi ustalarla çalışma fırsatı buldunuz. Ne kattı bu size?
-Bunlar bana Türk tiyatrosundaki geleneksel yapı içinde, halk tiyatrosunu, vodvili öğrettiler. Bizim geleneksel tiyatromuz epik tiyatronun da temelini oluşturur aslında, yani Bertolt Brecht epik tiyatro yapıyor ama asıl epik tiyatro yapanlar bizimkilermiş, sonradan fark ettiler. Muammer Karaca bir epik oyuncu, İsmail Dümbüllü yabancılaştırma efektini en iyi kullanan bir halk sanatkârı.
Tabii benim birlikte büyüdüğüm, aynı mahalleden olan arkadaşlarım da Savaş Dinçel, Müjdat Gezen, Erol Büyükburç, Suna Pekuysal, Metin Akpınar, Zeki Alasya,Kemal Sunal, Eşref Kolçak bunlar hep bizim mahalleden; Dersaadet'tendir. Biz oranın havasından mı suyundan mı bilmiyorum, geleneksele çok yatkınızdır.
-Bunu bilmiyordum. O zaman geçen sefer Toron Bey'e sorduğum soruyu size de sorayım: Tiyatroya, sanata gönül vermiş birçok sanatçı aynı mahallede yetişmişsiniz. Bunu neye bağlıyorsunuz?
-Etkileşim. Herhalde bizim zamanımızda başka bir eğlence yoktu. Zaten ekonomik olarak çok iyi durumda olan ailelerden gelmedik hiçbirimiz. Öyle gazinolarda diskoteklere gidecek paramız da olmadığı için tiyatroya gidiyorduk ve de kendi aramızda amatör tiyatro yapıyorduk. Hepsi Eminönü Halkevi'ndeydi işte Zeki de Metin de. Savaş Dinçel mesela üniversite tiyatrosundan. Hatta Cüneyt Türel Türkiye Talebe Birliği Gençlik Tiyatrosu'ndan ağabeyim. İşte böyle o zamanın gençliği hep bir aradaydık biz. Bir de galiba biz Direklerarası'nda çok dolaştık, Türkiye'nin Broadway'i dediğim yer, her zaman sahne üzerinde de tekrarlıyorum. Darülbedayi'nin kurulduğu Letafet Apartmanı'nın da bulunduğu yer. Oradan çok geçtik biz, çünkü komik-i şehir Naşit Bey'in, Kel Hasan Efendi'nin tiyatroları orada; hepsi de Direklerarası'nda. Muhsin Bey'in Burhanettin Tepsi ile birlikte kurduğu Ferah Tiyatrosu da orada. Onun için, biz oraları çok çiğnediğimiz için toprağından, suyundan, havasından esinlendik.
-İyi ki de esinlenmişsiniz yoksa tiyatromuz,sinemamız hep yarım kalacakmış. Size İsmail Dümbüllü'yü sormak istiyorum. Üzerimde uğuru vardır, diyorsunuz.Anlatır mısınız onu?
-Peki, son olarak Şehir Tiyatroları'na tekrar dönmek istiyorum. Çünkü sizi sanatseverlere sevdiren, sanatınızı yücelten kurum orası oldu. Kadroya nasıl geçtiniz?
-Anlatayım. Vasfi Rıza Zobu beni yevmiyeli olarak aldı tiyatroya, sonra 1973'ün sonunda seçimler oldu ve Ahmet İsvan belediye başkanlığını kazandı. Ahmet İsvan, Vasfi Rıza Bey'i gayet kibar bir şekilde "Hocam siz iyice yoruldunuz, Muhsin Ertuğrul hocamız devralsın biraz" diyerek dinlenmeye aldı. Zaten 1914'ten beri Şehir Tiyatroları'nı idare eden 2 tane adam var bir tanesi Muhsin Ertuğrul diğeri Vasfi Rıza Zobu. Bundan sonra da kavgalı, halef-selef gibi değillerdi yani. Fikir, görüş ayrılığı vardı tabii. Vasfi Bey Osmanlı ve Tanzimat tiyatrosunu severdi; Muhsin Bey de Alman,Rus, İngiliz tiyatrolarını severdi. Ne mutlu bizlere ki bunların hepsini görme,öğrenme fırsatımız oldu. 1974'te Muhsin Bey gelince beni "Mutemet Ali Rıza Bey'in Yaşanmış Hayat Hikâyesi" adlı oyunda bir muhasebe müdür yardımcısı rolünde görmüş, gizli gizli seyredip beğenmiş.Beni bir cumartesi günü yanına çağırdı. "Seni seyrettim beğendim, bak buraya senin ismini de yazıyorum" dedi ve önündeki 16 kişilik stajyer listesinin altına bir 17. olarak da beni ilave etti. O idare ettiği masa, Muhsin Ertuğrul Tiyatrosu'nda hâlâ duruyor.
Evet sevgili okurlar, röportajımızın ilk kısmını böylece tamamladık. İkinci kısım 28 sene aralıksız oynayan efsane Lüküs Hayat oyunu, ustanın tuluat sanatı ve bu sezon sahneye konulan Cibali Karakolu oyunuyla ilgili olacaktır.Şimdi sizi Servet Ağabey'in "Aşk"ı anlattığı videoyla baş başa bırakıyoruz.
Röportaj:Salim ECE
Fotoğraflar:Fatma YANAR