Blogumuzu kurduğumuz zaman sizlere birtakım röportajlar hususunda söz vermiştik.Biraz gecikme olsa da sözümüzü tuttuk ve Sarı Sokak Lambaları olarak Toron Karacaoğlu'yla harika bir röportaj gerçekleştirdik. Toplum olarak sanatsal anlamda yüzümüzü yanlış yerlere çevirdiğimiz şu günlerde gerçek bir ustayla sohbet etmek inanılmaz keyifliydi. Umarım siz de okurken aynı keyfi alırsınız.
Toron Karacaoğlu, yüzlerce filminde Cüneyt Arkın dublajları yapmış, o güzel sesiyle hafızalara kazınan büyük bir usta. 65 yıllık tiyatro hayatında 170'i aşkın rol oynamış, hâlâ da oynamaya devam ediyor. Onu yakınlarda izlediğimiz Yeter Anne dizisinden veya Beyaz Melek filminden de hatırlayabiliriz. Röportaj teklifimizi kabul edip güzel sohbetiyle bizi aydınlattığı için ona tekrar sonsuz teşekkürlerimizi sunuyoruz.
-Tiyatro alanında 65. yılınızı doldurduğunuz bu günlerde sizinle sohbet etmek gerçekten büyük bir onur. En başından almak istiyorum: Nasıl başladı tiyatro maceranız?
-Ben 2 kere evden kaçtım.Çünkü tiyatroya büyük bir ilgim vardı ve tiyatrocu olmak istiyordum. Birincisinde Ankara'ya gittim konservatuvar sınavlarına girmeye. Gittiğimde eylül ayı civarıydı fakat sınavlar ağustos ayında bitmişti. İkincisinde 1949 yılında İstanbul'a geldim. O zamanlar İstanbul Konservatuvarı'nın tiyatro bölümü yok. Hüsamettin Bozok'la tanıştım, niyetimi söyledim o da bana Ercüment Behzat Lav'a vermek üzere bir tavsiye mektubu verdi. Mektubu Drama Tiyatrosu'na götürdüm. İçeride prova olduğu için ses çıkarmamaya çalışıyorum fakat tiyatro ahşaptan olduğu için mümkün değil. Girer girmez bir gıcırtı çıktı. "Gel bakayım" dedi Ercüment Behzat Lav, gidip mektubu verdim. Beni şöyle bir süzdü "Pekâlâ" dedi "Çık sahneye arkadaşlarınla tanış" Tabii hoşuma gitti. Oyuncular arasında Deniz Uyguner'i zaten ortaokuldan tanıyordum. Onlar Zeki Müren'le bizden bir üst sınıftaydı.
-Siz tabii Zeki Müren'le de tanışıyorsunuz.
-Tabii, mahalle arkadaşım.
-Rica etsem biraz da o günlerden bahseder misiniz? Zeki Müren'le nasıl bir ahbaplığınız vardı?
-Şimdi Zeki Müren'le biz ailece görüşürdük.Eskiden adetti, akşam ezanından sonra evlerde toplanılır oturulurdu işte çaylar, kahveler, pastalar yapılır ikram edilirdi. Bizim evin bahçesi çok genişti, orada toplanılır oyunlar oynanırdı genelde.Zeki, halamın oturduğu tarafta otururdu, o da gelirdi bize. Ortaokulda beraberdik, o benden bir yaş büyük olduğu için bir üst sınıftaydı. Liseyi okumak için İstanbul'a gitti onlar. Zeki, Boğaziçi Lisesi'ne gitti, Deniz (Uyguner) de o tarafta bir başka liseye gitti.
-Aynı çevreden çok değerli sanatçılar yetişmiş görüyorum ki. Okulunuzun veya yetiştiğiniz ortamın bunda bir etkisi olmalı.
-Yetişmeyle ilgisi var; çünkü, mesela ilkokuldan beri ben çok şanslı bir çocuktum.İlkokul hocam Mümine Altıngiray isimli bir hanımefendiydi. İstanbul Türkçesini ilkokulda öğretti bize. Kendisi çok güzel konuşurdu, e biz de onu taklit ederdik. Hatta ders anlatırken bile "Hayır o öyle değil, böyle" diyerek de bizi düzeltirdi. Sonrasında ortaokulda yine şanslıydım. Bir hocam şair Haşim Nezihi Okay'dı. Babamın da dostuydu. Bir de lisenin muavini vardı: İbrahim Dekak. O da şiirler falan yazar , makaleleri yayınlanırdı Hakimiyet gazetesinde.
-Galiba Ahmet Hamdi Tanpınar da sizin hocanız.
-Ahmet Hamdi Tanpınar rahatsızlanan bir edebiyat hocasının yerine bir seneliğine geldi.Bursa'da Zaman şiirini yazdığı zamandı. 1947 senesi olması lazım. İşte o aralarda benim bir şiirim, benim şairlik tarafım da vardır, Bursa Hakimiyet gazetesinde yayınlandı onu da okumuş, hoşuna gitmişti. Aslında o bir üst sınıflara giriyordu fakat ben okul gazetesini çıkardığım, onun da şiirlerini koyduğum için bana ayrı bir yakınlık duydu böylece ahbap olduk. Sonra İstanbul'da da görüştük.
-Peki, tiyatroya dönmek istiyorum izninizle. Ercüment Behzat Lav'a mektubu verip tiyatroya başladınız. Neler yaptınız bundan sonra?
-Ben orada Ercüment Behzat Lav'ın talebesi olarak 1 sene kadar çalıştım arkadaşlarımla beraber.Lale Oraloğlu, Altan Karındaş şan bölümü talebeleriydiler.İsmet Ay,Deniz Uyguner, Zerrin Arpat vardı.Biz o sene o kadar çalıştık ki Lale'yle Machbeth'i, Altan Karındaş'la Ruy Blas'tan sahneler oynadık,gösteri yaptık. Kendi tek kişilik oyunum da Launcelot Gobbo'ydu, onu oynadım. Bir gün vali Fahrettin Kerim Gökay gösteriyi seyretti, çok beğenmiş. İstanbul Konservatuvarı'nın niye tiyatro bölümü yok, demiş. Kurulması için emir vermiş ve nitekim hemen ertesi gün konservatuvara bir tiyatro bölümü kuruldu.
-Yani sizin gösteriniz beğenildiği için kuruldu aslında bu bölüm öyle mi?
-Evet çok beğenildi gösteri. Orada tabii Ercüment Behzat Lav, Ahmet Kutsi Tecer,Melih Cevdet Anday bizim hocamızdı.Biz böyle yetiştik. E gösteri de beğenilince bölüm kuruldu.Biz ertesi sene sınavla 1. sınıfa girdik, resmi talebe olduk. 1. sınıfı okurken asker kaçağısın dediler, beni yakaladılar. Mecburen askere gittim.Ama çok anlayışlı bir kurmay albayım vardı, o beni imtihanlara yolladı. Sezonun ortasında geldim çünkü askere. Sınıf atladım 2. sınıfa geçtim,yine askerliğime devam ettim. 52'nin sonunda askerliğim bitti. 53 yılının başında ben istidamı verdim şehir tiyatrolarına fakat gidiyorum, geliyorum bir cevap yok.Basri Dedeoğlu müdür, kat'iyen ilgilenmiyor.Şehir tiyatrolarından rahmetli Kemal Edige,dublaj arkadaşım aynı zamanda, niye üzülüyorsun yarın kadro imtihanı varmış, girsene imtihana, dedi.Benim tabii haberim yok. Hemen koştum ,Turhan Göker'e gittim, 71 numarayla kaydoldum. Vasfi Rıza Zobu, Bedia Muvahhit, Mahmut Moralı,Hüseyin Kemal Gürmen, Şaziye Moral, Galip Arcan, Necla Sertel gibi sanatçılardan oluşan bir jüri karşısında imtihana girdim. İlk elemede ilk 10'a, ikincisinde ilk 5'e girip nihayetinde imtihanı birincilikle kazandım. Ardından ben tam 11 ay 15 gün Ankara'dan kadro bekledim. Bu arada da 5 lira yevmiye ile çalıştım. Kadrom geldi, 1980 senesine kadar böylece kadrolu oyuncu olarak çalıştım.
-Evet. 1976 senesinde karşı komşuma Almanya'dan bir hanım ve oğlu misafir geldiler, ben de onları Hisar'a oyuna çağırdım. Oyunu çok beğenmişler.Sonra beni yemeğe çağırdılar, sizin Almanya'ya gelmenizi çok isteriz dediler. Ben de okulda Almanca okuduğum için biraz aşinayım tabii. Kadının bu dediği aklıma girdi. 1980 senesi öncesi bildiğiniz gibi bir kargaşalık oldu.Tiyatrodan atılanlar filan oldu. O kargaşanın arasında ben de dilekçemi verip emekli oldum ve Berlin'e gittim. Orada üç Volkshochschule'de ve bir Oberschule'de Türkçe tiyatro öğretmenliği yaptım. Ardından Berlin Schaubühne Tiyatrosu'ndan teklif aldım ve iki sene kadar orada çalıştım. 1985'te Almanya'da yabancı düşmanlığı başlayınca geri döndüm. Kadromu geri aldım ve devam ettim.
-95'te ikinci bir emekliliğiniz daha var, doğru mu?
-Evet. 1995 senesinde yaş haddinden emekli oldum fakat tiyatroyu bırakmadım, misafir oyuncu olarak devam ettim.2007'de dönemin Kültür Bakanı Atilla Koç "Emekliler evlerinde ölsün" diye bir emir çıkardı. Kiralık Konak oyunu vardı o zaman. Kostümleriyle,dekorlarıyla öylece ortada kaldı, bizim de işimize son verildi.Sonra 2009'da bir gün Ali Taygun telefon etti. Ağabey, Leyla ile Mecnun'da Mecnun'un babasını oynuyorsun, ismini yazdım, yarın gel provaya başla, dedi. Olur mu öyle şey Ali,bizim işimize son verdiler, dedim. Ağabey ben seni kiralıyorum, kiranı vereceğim çalıştıracağım seni, dedi. Seve seve koşarak gittim.

-Evet hem de yalvara yakara. Bir gün Sarıyer'den bir teklif geldi. Biz bir piyes sahneye koyacağız orada senyör Arnolphe'u oynar mısınız,dediler. Moliere'in Kadınlar Mektebi oyunu. Aldım, okudum, hoşuma gitti.Büyükdere'de Halkevi'nde provalara başladık.Nejat akademi talebesiydi, dekorlarımızı yapıyordu, Paris'te bir sokak dekoru. Hatta Büyükdere'deki kilisenin aynını duvara işlemişti. Neyse biz oyun için oyuncuları bulduk, sadece hizmetçi kız eksik. Dedim ki bu hizmetçiyi erkek yapalım. Kemal Kan vardı gayet şişmandı, sonradan rejisör oldu, o şişman olur yanına bir de zayıf birisini bulup Laurel Hardy gibi yapalım,dedim. Zayıfı kim oynayacak diye bakarken Nejat sen oynasana, dedim. Hadi be oradan bir aileye bir soytarı yeter, dedi. Kardeşi Recai Uygur da bizle beraber jönü oynuyordu o sıralar. Neyse Nejat bu rolü oynadı ve bir geçişleri alkış almaya başladı ve girdi kanına. Sonra bir daha sahneden inmedi.
-Tiyatrocu yönünüzle sanatımız adına çok katkıda bulunmuşsunuz. Bunun için size ne kadar teşekkür etsek az. Fakat biz sizi bir de dublajlarınızla hatırlıyoruz. Ne zaman başladınız dublaj yapmaya?
-Ben 49 senesinde, meşhur Laurel- Hardy'leri konuşan , Ferdi Tayfur'un İpek Film stüdyosunda dublaja başladım. Bir sigortacı büyüğüm beni tanıştırmıştı onunla. Ferdi Tayfur'un hayat sigortasını yapıyordu ve evine gidip geliyordu. Bir gün beni de yanında götürdü "Bu delikanlının sesi çok güzel dublaj yapmak istiyor" dedi, Ferdi Bey de " Yarın gel görüşelim" dedi. Ben ertesi gün İpek Film'e gittim, seyrettim nasıl yapıyorlar diye. Sonra beni küçük bir parçayla imtihan etti ve "Sen yarın yine gel" dedi. Böylece 49'da ben dublaja başlamış oldum.
-Kimleri seslendirdiniz?
-Aynı soruyu bana yıllar önce bir gazeteci sordu. Ona da söyledim. Şimdi ben bu zamana kadar konuştuklarımı unutmuş veya yanlış hatırlıyor olabilirim o yüzden ben konuşmadıklarımı söylüyorum. Sadri Alışık'ı, Muzaffer Arslan'ı ve Zeki Müren'i konuşmadım.

-Cüneyt'i çok konuştum. Çok az filminde konuşmadım. Bu "Nayır, nolamaz" diyen rahmetli Abdurrahman Palay çok az filmini konuştu Cüneyt'in. O seslendirdiği diğer karakterlerde de yapardı bunu. Hatta kendi çocukları da "Baba nayır dedin, nolamaz dedin" diye alay ederlerdi.(Gülüyor)
-Bir de özellikle merak ettiğim bir şey var. Duyduğuma göre siz dublaj yaparken seslendirdiğiniz karakter heyecanlı da olsa, ağlıyor da olsa, hareketli bir vaziyette de olsa sadece sesinizi değiştirerek yani vücudunuzda zerre hareket olmadan sadece sesinizle o ifadeleri verebiliyorsunuz. Bu nasıl bir yetenek?
-Evet buna yetenek diyeceğim ve bir de hocadan yani Ferdi Tayfur'dan aldığımız bir şey. Ferdi Bey Laurel'i konuşur,Hardy'i konuşur, Üç Ahbap Çavuşlar'ı konuşur; hatta bir tanesi dilsizdir onu öyle konuşur ve sesini değiştirip anında lafını söylerdi.Hocamız kuvvetliydi yani.Sonra Orhan Boran geldi. Daha sonrasında tabii birçok dublaj yönetmeni geldi ve ben hepsiyle çalıştım. Ferdi Bey'in kız kardeşi Adalet Cimcoz bensiz dublaj yapmazdı. Toron olmadan dublaj yapmam, derdi ve kızardı. Eğer beni çağırmamışlarsa dublaja kendi de gitmez ve o şirkete haşin davranırdı. Çünkü ben bütün işlerimi, dublaj olsun tiyatro olsun, hep severek yaptım.Aynı filmde üç kişi konuştuğum olmuştur. Ruslar Geliyor filminde ben Rusça öğrendim ve çok da güzel oldu.
-Peki artık dublajı bıraktınız mı?
-Bıraktım, yani şöyle bıraktım: Almanya'ya gidene kadar dublaj yaptım. Almanya'ya gidince dublajı kestim mecburen. Döndükten sonra Sacide Hanım,Lale Film'in devamlı dublaj rejisörü, beni birkaç defa dublaja çağırdı.Orada baktım Devlet Tiyatrosu'ndan bazı arkadaşlar dublaja geliyorlar,hiç ilgili değiller. Texti eline alıyor, karşısında küçücük ekran... Eskiden koca ekranlar vardı. Loop sistemi kulllanır, prova eder, tam nefesine varıncaya kadar oturturduk. Şimdi ne ağız tutuyor ne nefes tutuyor, adam filmde ah diyor vah diyor, o sesler yok. Orijinal koyun diyorlar. Benim hoşuma gitmedi. Sacide Hanım'a söyledim, bir daha beni dublaja çağırmayın diye ve böylece bıraktım.
![]() |
Ağrı Dağı Efsanesi |
-Evet hepsini ben yapıyorum. Hatta bir ara Ankara Devlet Tiyatrosu'ndan makyaj bölümünü okuyan bir hanım geldi ve Ağrı Dağı Efsanesi oyunundaki makyajımı yaparken safha safha fotoğrafımı çekti. Muhsin Bey'in bir lafı vardı: "Her kalem darbesinde rolünüze biraz daha yaklaşırsınız" Ankara Devlet Tiyatrosu'na gitmiştim bir gün, bir baktım oyuncular oturuyorlar makyajlarını başkaları yapıyor. Çok şaşırdım, ben herkes kendi makyajını kendisi yapıyor sanıyordum. Mesela babam benim oyunuma geldi bir gün, Ağrı Dağı Efsanesi, tanıyamamış beni."Bizim oğlan ne zaman çıkacak sahneye?" diye sormuş. Üvey annem göstermiş "İşte oturuyor ya" demiş. "Olur mu bunun elleri bile ihtiyar" demiş babam. 100 yaşında Sofi oynuyorum o zaman. O günlerde ellerime bugünün makyajını yapıyordum, mor mor damarlar çiziyordum.
-Bu sene bildiğiniz gibi Şehir Tiyatroları'nın 100. yılı. Şehir tiyatrolarının en tecrübeli ismi de olduğunuz için size son olarak şunu sormak istiyorum: Geçmişteki tiyatroyu; oyuncusuyla, seyircisiyle, kalitesiyle bugünle karşılaştırırsanız ne diyebilirsiniz?
-Eskiyi arıyorum.Eski Dram Tiyatrosu'nda oynadığım oyunları ve seyirciyi arıyorum. Eskiden Dram Tiyatrosu'na çok şık hanımlar, beyler gelirdi sanki düğüne, baloya gidiyormuş gibi giyinir gelirlerdi.Dram, başlı başına bir sanat eseriydi adeta. Huşu içerisinde oynardınız orada. Oranın akustiği, oranın sihirli havası bambaşkaydı. O havayı bir daha hiçbir yerde yakalayamadım. Şimdi seyirci iyi oyun gördüğü zaman hâlâ ona rağbet ediyor fakat eskisi gibi değil.
-Yeni oyuncuları nasıl buluyorsunuz?
-Çok zor bir soru. Şimdi şöyle söyleyeyim ben bazen oyunlarda birinci perdeden sonra çıkıyorum. Yaptığım çok ayıp fakat tahammülüm yok. Sahne adabıyla konuşmasını bilmiyor gençlerimiz. Seslerini en arka sıradan duyulacakmış gibi kullanamıyorlar. Biz bir senelik çalışmamızda şan dersi aldık. Operacı mı olacaktık, hayır. Konuşmak için de gereklidir şan dersi çünkü bağırmadan sesi en arka sıralara ulaşacak kadar büyütebilir şan dersi almış kişiler.Şan dersi alan kaç tane oyuncu var bugün? Konservatuvar bitirmiş kaç oyuncu var? Benim birinci perdeden sonra terk ettiğim çok oyun olmuştur çünkü ne dediklerini anlamıyorum. Kulak kabartıyorum yine de anlaşılmıyor. Bir lafı anlamaya çalışırken ötekisini kaçıyorum.Oyunun bütününe vakıf olamıyorum, tepe sersemi olup çıkıyorum oyundan. Yaptığım ayıp tamam ama bizde hiç böyle birinci perdeden sonra çıkan filan olmadı. Şimdiki genç arkadaşlarda ben konuşma yeteneğini kâfi bulmuyorum.
-Peki size çok teşekkür ederim, değerli vaktinizi bize ayırdığınız için.
Evet sevgili okuyucular, ilk röportajımızı böyle noktaladık. Son olarak Toron Karacaoğlu'nun sesinden "İstanbul" şarkısını paylaşarak size veda ediyoruz.Aynı zamanda röportajlarımızın devamının geleceğine dair sözümüzü yineliyoruz. Takipte kalın.
Röportaj: Salim ECE
Fotoğraflar: İrem TÜRKMEN
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder