Özellikle bizim neslin en sevdiği, en çok okuduğu ve bizce en çok merak ettiği yazardır Muzaffer İzgü. Okuduğumuz kitapların birçoğunda onun imzası vardır. Çocuk edebiyatı adına pek bir şey yapılmayan dönemlerin yazarıdır o. Çocuk ruhunu en iyi anlayan, çocuklara hayaller kurduran kişidir. Bunları bildiğimiz için, İzmir'de yazarla evinde buluştuk ve şahane bir sohbet gerçekleştirdik, merak edilenleri öğrenmeye çalıştık. Umarım başarılı olmuşuzdur, buyurunuz.
-Annem bana hep "Oğlum bando mızıkayla doğdun" derdi. Ben gecekonduda doğdum, sadece bir odası vardı. Öyle ki o bir oda bizim yatak odamız, oturma odamız, yemek odamız, mutfağımız ve hatta banyomuzdu. Annem beni leğende yıkardı, çok iyi anımsıyorum. Bir kova su getirir, üzerinde bir de maşrapa, ben leğene otururum, annem bir tas su döker kafama "Yandım anne yandım" diye bağırırım; ikinci tası döker " Dondum anne dondum" derim, böyle yana dona banyo biterdi. Bütün içtenliğimle söylüyorum size havlu dahi yoktu, annem eski fanilaları birbirine dikip bir şey yapmış onunla bizi kurutur, köşeye oturturdu. Geceleri yer yatağında yatardık: Babam en başa, yanına annem, yanına ablam, yanına öteki ablam, yanına ağabeyim, yanına öteki ağabeyim, en uçta ben. Üç kişiye bir yorgan düşerdi, düşünebiliyor musunuz? Kim çok üşüyorsa o gece annem Tekir'i, Tekir dünyanın en tembel kedisiydi, üzerine koyardı. Tekir ısıtırdı onu sabaha kadar. Sabah ben uyandırırdım onu "Tekir kalk sabah oldu" diye, bana ters ters bakardı "Benim daha uykum var" der gibi. Sabah kahvaltıda iki zeytin ona düşerdi dört zeytin bana düşerdi; bana düşen ekmeğin yarısı kadar Tekir'e düşerdi. Alırdı zeytini ağzına, çiğner çiğner sonra 'tu' diye tükürürdü artık kimin suratına gelirse. İkinci çekirdeği de tükürünce rahat kahvaltı yapar ondan sonra okula gider orada ısınırdık. Şubatta odun kömür biterdi bizde. Bu hallere bakardım, annem bana nasıl bando mızıkayla doğdun diyor, diye düşünürdüm; "Zengin çocukları bando mızıkayla doğar anne" derdim. Meğerse gerçekmiş. 29 Ekim 1933'te sabahleyin annem törene gidiyor, gelip geçenleri izliyor işte alkışlıyor filan. Nasıl cumhuriyetçi bir kadındı...Okuma yazma da bilmezdi. Tabii karnı da burnunda o gün. Babam "Gitme, sancın tutar, bir şey olur" diyor ama annem akşam da tutturuyor "Herif ben fener alayına gideceğim" diye. "Yahu hanım bak karnın burnunda, kalabalık yer, başına bir iş gelir" filan dinlemiyor "Yok ille ben gideceğim" diyor. Karşı komşumuz Nazmiye Teyze filan vardı onunla beraber kalkıp gidiyorlar. Yağ Camii'nin ordan fener alayı görünüyor, önünde bando filan geliyor. Annemin sancısı tutuyor tabii, Nazmiye Hanım koşmuş "Polis bey biz çıkamadık buradan" demiş. Polis de çok akıllı bir adammış "Hanımefendi" demiş "bandonun arkasına takılın, ilk bulduğunuz boş yerden çıkın gidin" Böylece; önde bando, arkada annem, karnında ben eve gelmişiz ve annem 22:10'da beni dünyaya getirmiş. Bu tabii çok mutluluk veren bir şey.
-5 yaşındayken de Atatürk'ü görmüşsünüz.
- Evet, çok önemli o da benim için. Şimdi o zamanlar babam bu Saathane'nin oralardaki bir kahvede garson olarak çalışıyor. Patrona "Yarın Atatürk gelecek, ben çocuklarımı oraya götüreceğim, o büyük, dahi insanı görsünler." demiş; tabii ben tarihi sonradan öğreniyorum: 23 Mayıs 1938. Patron da "Çayı kahveyi kim taşıyacak gidersen?" demiş. Babamın yanıtına bakın: "İstersen işime son ver,ben çocuklarımı götüreceğim" demiş. Devrisi gün annemin elinde bir kara torba, babamın elinde bir testi yola çıktık.Adana'da, Atatürk Parkı'nın daha ötesinde, şimdiki istasyona yakın alan bomboştu, Atatürk oraya gelecek demişler, gittik oturduk. Meğer annemin elindeki kara torbanın içinde zeytin ve ekmek varmış; onu bir güzel yedik, testiden sularımızı içtik, "Atatürk geliyor" dediler, herkes ayağa fırladı. "Babaa!" filan diyorum, alkışlıyorum ben de. Babam beni omuzlarına aldı adamcağız, bir gördüm Atatürk'ü nasıl heyecanlandım "Baba bak Atatürk baba" filan diyorum, neredeyse arka üstü gidiyordum, babam zor yakaladı beni.Atatürk'le aram 20 metreydi, oradaki son sözleri hâlâ aklımda: "Çok çalışacağız arkadaşlar" dedi, kürsüden indi ve gitti. O sözler benim beynime kazındı. Belki de ondan çok çalışkan bir insanım ben. Şu an 82 yaşındayım ve hâlâ böyle hep yarına bir işim var.
Atatürk öldüğünde de biz 4 çocuk elektrik direğinin dibinde ağlamaya başladık, ağlıyorum ama neye ağladığımı bilmiyorum tabii. "Atatürk ölmüş" dediler, ağlamaya başladılar, ben de ağladım. Koştum sonra eve gittim "Anne Atatürk ölmüş" dedim, Nuri Amca diye bir akrabamız vardı yakınlarda götürüp toprağa koymuştuk, "Nuri Amca gibi mi oldu anne?" dedim. Annem "He oğlum he" dedi. Benim bir gidişim var arkadaşlarımın yanına, nasıl ağlıyorum... Çünkü benim beynimde Atatürk ölmez, öyle büyük bir insan ölmez. Işıklar içinde yatsın, büyük insanım benim o.
-Okumaya başlamanızın, ilk okuduğunuz kitabın hikâyesi de çok enteresan. Onu anlatır mısınız bize?
-Şimdi Nedim diye bir arkadaşım vardı benim. Yağmurlu günlerde ben Nedimlere giderdim. Çünkü dedim ya bizim evde odun kömür yok.Biz ders çalışırken otururduk yerde bütün kardeşler, üşüdük mü kaş göz ederdik birbirimize sonra birden ayağa fırlardık, aynı Amerikan Kızılderilileri gibi kol kola girip üç adım bu tarafa, üç adım şu tarafa derken ısınırdık, öyle otururduk bir daha dersimize. Annem akşamları zehir gibi acı bir mercimek çorbası içirirdi bize, içimiz yanardı, öyle girerdik yatağa. Ee, ıslanıp eve geldin, nasıl kurunacaksın? Nedimlere giderdik biz o yüzden, annesi de dünya güzeli bir insandı , ekmeğe biber salçası sürerdi bize falan; orada ısınır, kurunur, eve gelirdim. Bir gün Nedim "Bugün seni eve götüremeyeceğim Muzaffer çünkü evde ablamın nişanı var, sana bir yer söyleyeyim sen oraya git" dedi. Tarif etti filan " Nedim orası neresi" dedim, "Halkevi'nin kitaplığı" dedi. "Soba yanıyor mu orada" dedim, "Hem de nasıl" dedi. "Peki benden para isterler mi?" dedim, "Yok istemezler" dedi. Nasıl yağmur yağıyor dışarıda... Benim paltom da yok, şemsiye zaten bilinmez o zaman; babamın tencere gibi bir şapkası vardı, giyince kulaklarım da içine girerdi, yağmurlu günlerde annem onu verirdi bana. Giydim kafama onu, yağmurun altında koş koş buldum Halkevi binasını. Korka korka içeriye girdim, kapıyı açtım, içerisi öyle sıcaktı ki... Yani bir çocuk düşünün, 2. sınıftaydım, 8 yaşındaydım o zaman, çikolata istemiyor, elma istemiyor, sadece ısınmak istiyor. Burnumun ucundan, kulaklarımdan, çenemden sular şıpır şıpır damlıyordu. Soba beni mıknatıs gibi kendi çekiyordu böyle. Tam sobanın yanına yaklaştım, gözlüklü bir amca girdi araya "Oğlum sen havuza filan mı düştün?" dedi, "Yok amca ben burayı ararken ıslandım" dedim. "Sen niye geldin buraya" dedi, "Ben üstümü başımı kurutacağım amca, sonra da dersimi yapıp gideceğim " dedim. Ben nereden bileyim orada kitap mitap olduğunu. O güzel amca, hiç unutmuyorum, bir sandalye getirdi bana, ceketimi geçirdi, sobanın yanına çekti; bana da bir sandale getirdi "Otur oğlum, yaklaş sobaya" dedi. Isındım, kurundum, dersimi yaptım, sonra baktım bir abla çocuklara kitap veriyor; çocuğa fısıltıyla sordum "Parayla mı?" diye "Hayır, ödünç." dedi. Gittim, abladan bir kitap istedim. "Nasıl bir kitap istiyorsun?" dedi, "Benim okuyabileceğim bir kitap." dedim. Abla bana Define Adası'nı uzattı. Çoğu yazara sorun ilk okuduğu kitabı bilmez, ben ilk Define Adası'nı okudum. Aldım kitabı ama daha kitap ne onu bilmiyorum. Diğer çocuk nasıl açıyorsa öyle açtım okumaya başladım.Kaçıncı sayfadaydım bilemiyorum, bir el omzuma dokundu "Küçük burayı kapatıyoruz" dedi. "Abla kitap bitmedi" dedim, "Merak etme, ben senin adını yazacağım buraya, koyacağım, yarın gelince devam edersin" dedi. Sonra ben oraya hep gittim ve inanır mısınız o günden sonra benim ikinci evim oldu orası. Annem beni aradığında orada bulurdu. 2. sınıfla 5. sınıf arasında ben 200-300 tane kitap okuduğumu anımsıyorum orada. Şu anda bile ben iki elim kanda olsa günde en az 150 sayfa kitap okuyorum, ayda 22 dergi giriyor evimize.
-İlk okuduğunuz kitabı hatırladığınızı söylediniz.Biliyorum ki siz ilk yazdığınızı da hatırlıyorsunuz. Neydi o?
-O, Münevver Abla'ya bir mektuptu. Ben 1. sınıftaydım, okuma yazma bilmiyordum daha. Münevver Abla bizim bitişikte gecekondu gibi bir yerde oturuyordu. Postacı ne zaman gelse dışarı çıkar "Postacı evladım bana mektup var mı?" diye sorar, postacı homurdanır giderdi. Her gün sorardı böyle. Anneme "Niye gelmiyor anne Münevver Abla'ya mektup?" diye sordum, "Onun kimi kimsesi yok" dedi. Ben bir üzüldüm ki ... Kafama koydum, okuma yazmayı öğrenince bu Münevver Abla'ya bir şey yazacağım diye. Erken öğrendim okuma-yazmayı da, şubat sonları filandı galiba. Bir beyaz kağıt bir de beyaz zarf aldım, bir mektup yazdım. Yazdıklarım hâlâ aklımda: "Münevver Hanım, bahar geldi, papatyalar açtı, gelincikler çıktı, köpekler havlıyor, kuşlar ötüyor, kediler miyavlıyor, eşekler anırıyor, hepsi ellerinden öpüyor." Devrisi gün postaneye gittim, cebimde de 6 kuruş posta pulu parası var; ekmek alınıyordu o parayla. "Ne zaman alır mektubu?" diye sordum, "Yarın öğleden sonra alır" dediler. Ben öbür gün pencerenin önünde postacıyı bekliyorum. Postacı bir göründü yüreğim güm güm atıyor, sanki yerinden çıkacak. Münevver Abla yine çıktı "Postacı evladım bana mektup var mı?" diye sordu, postacı mektubu uzattı, Münevver Abla şaştı kaldı. Hemen arkasından bağıra bağıra beni çağırdı "Muzaffeeer koş, bana mektup geldi!" diye. Okuma yazma bilmiyordu o. Koştum, okudum mektubu. Münevver Abla bana sarıldı, beni öptü, mektubu öptü , koynuna koydu ve inanır mısınız 3 ay sonra bu hanım öldü. Annem de gitti cenazeyi yıkamaya, gelince "Oğlum" dedi "Münevver Abla'nın koynundan mektup çıktı, senin yazıya benziyor" dedi. Annem tanımış yazımı, bu ilk yazımdır benim.
Öte yandan benim başka bir ilk yazım daha var. Beni 1. , 2. , 3. sınıf öğretmenlerim anlamadı, çok okuyan bir insandım ve güzel de yazmaya başladım. Öğretmenlerime yazdıklarımı veriyorum, anlamıyorlar, geri veriyorlar. 4. sınıfta Yusuf Gülen adlı bir öğretmen geldi, ışıklar içinde yatsın , 20 dakika düş kurduruyordu bize, kalan 20 dakikada da bunu yazdırıyordu.Tam aradığım öğretmen, dedim. 3. yazdırışında filan benim yazım birinci geldi; bir yaprağı yazmıştım. İşte yaprak düşüyor sonra bağırıyor "Annee, babaa, kardeşlerim ben yalnız kaldım, nereye gideceğim şimdi?" diye. Sonra aşağı bakıyor su, "Ben buradan ırmaklara karışırım, denizlere giderim, balıklarla yarışırım" filan diyor, konusu özgürlüktü yani. Öğretmenim çok beğendi o yazımı "Muzaffer, bunu temize çek, duvar gazetesine koyalım" dedi. Yazım asıldı duvara, ben öğretmenime "Ben bu derse girmeyeceğim öğretmenim" dedim. Bir yukarı, bir aşağı gidiyorum; müdürü indirdim okutmaya, öğretmen odasına gittim bütün öğretmenleri indirdim.Yalnız 4/B'nin öğretmeni inmedi, küsüm hâlâ ona. Neyse onlar bitti, kapının önüne çıktım simitçi, boyacı kim varsa "Bunu ben yazdım" diye okuttum. Sonra eve koştum, babamı getirdim okula. Babam geldi, okudu yazımı, eğilip iki bileğimi tuttu, böyle gözü buğulanmış gibi "Sen yazar mı olacaksın Muzaffer?" dedi, "Evet baba" dedim. Böylece babama verdiğim sözü tuttum ve yazar oldum.
-Ben, çocukluk ve ilk gençlik zamanlarınızla ilgili daha fazla soru sormak istemiyorum. Çünkü o dönemlerinizi anlatan,hayatımda okuduğum en güzel otobiyografi kitaplarından birisini yazdınız : Zıkkımın Kökü. Meraklısını bu kitaba yönlendirip öğretmen okuluna gittiğiniz yıllara dönmek istiyorum. Bahseder misiniz biraz o yıllardan?
-Ben Diyarbakır öğretmen okuluna gittim. Oraya gittiğimde eşimle tanıştık, birlikte okulun duvar gazetesini çıkarmaya başladık. Eşimin de benim de yazılarımız ve tabii arkadaşlarımızın da yazıları orada çıkmaya başladı.Bir yandan da dergilere yazılar göndermeye başlamıştım ben. Sonra öğretmen oldum, askerlik filan girdi araya. O sıralar sanırım ben yazmaya biraz ara verdim. Daha sonra tekrar yazmaya başladığımda Uçan Eşek kitabım yayımlandı Özyürek'te. Bir çocuk kitabıydı bu ve benim yayımlanan ilk kitabımdı. O günden beri kitaplarım yayımlanıyor. Önceleri Remzi'de yayımlanıyordu, tabii ben Demokrat İzmir gazetesinde de yazıyordum bir yandan, genel sanat müdürü de Attila İlhan'dı. Sonra Attila İlhan Bilgi Yayınevi'ne geçti. O sırada da Bilgi Yayınevi'nin sahibi Ahmet Küflü, Aziz Nesin'le kavga etmiş, bütün kitaplarını kamyona yükleyip göndermiş.Ardından Attila İlhan'a "Bize bir gülmece yazarı gerek" demiş. Attila İlhan da "E, Muzaffer var, Remzi'de şu an ama benim can dostumdur, beni kırmaz" demiş. Sonra Attila bana bir mektup yazdı, ben de ona yazdım "Ben gideyim Remzi Baba'dan bir helallik alayım" dedim. O sıralar Remzi Kitabevi'nin sahibi Remzi Bey daha sağdı. Gittim konuştum, durumu anlattım. Bana "Memnun olmadığınız bir şey mi var; teliften mi memnun değilsiniz, dağıtımdan mı memnun değilsiniz, sayıdan mı memnun değilsiniz?" diye sordu. "Hayır, hepsinden memnunum ama Attila benim arkadaşım, ben onu kıramam." dedim. O da kalktı beni öptü "Böyle dostluk kalmış mı bu zamanda" diye. O günden beri ben Bilgi'deyim; çocuk kitaplarım, diğer kitaplarım hep Bilgi'den çıkar.
-Öğretmenliğinizi çok merak ediyorum ben.Nerelerde öğretmenlik yaptınız ve nasıl bir öğretmendiniz?
-Silvan, Diyarbakır ve Aydın'da öğretmenlik yaptım. Öğretmenlik anlamında, müfredat programına ben hiç uymazdım.1 ay tiyatro okuturdum, 1 ay öykü, 1 ay roman, 1 ay sinema okuturdum, zaten ders yılı biterdi. Çok kişi mesela sinemayı sanattan saymazdı, biz senaryolar yazardık, film gibi oynardık onları. Küçük çocuklar roman yazamazlardı ama onlarla öyküler yazardık. Böylece çocuk, romanı da şiiri de öyküyü de severdi, ben onları klasik müfredattan kurtarırdım. Bir de şöyle bir şey söyleyeyim, çocuk okuru olmayan bir toplumun yetişkin okuru asla olmaz. Bunu böylece kafamıza kazımamız gerek.
-Hazır değindiniz, çocuk edebiyatı meselesine gelmek istiyorum. Yıllar geçti hâlâ sizin ve belli başlı bazı sanatçıların kitapları okunuyor, bence üzerine hâlâ çok bir şey katan yok. Ne düşünüyorsunuz bu konuda?
-Yaşamdan örnekle anlatayım size, böyle daha güzel oluyor. Ben bir mektup aldım, bir adam diyor ki: "Ben yeni emekli oldum, sizin de en iyi çocuk yazarı olduğunuzu duydum, bana madde madde yazar mısınız bu işin sırrını?" Cevap yazdım, "Sen emekliliğin tadını çıkar evladım, keyfine bak" dedim. Şimdi, bazı yayınevleri, bazı parası olan kişiler dürtüyorlar "Sen yazarsın yahu" filan diyorlar kimilerine. Ben şimdi görüyorum böylelerini, ellerinde çanta, çantada 40 tane kitap; okul okul geziyorlar, nerede bir imza günü olsa koşturuyorlar. Asla gerçek çocuk yazarları için söylemiyorum bunu ama böyleleri de türedi maalesef. Yazar için bir kazanç kapısı değildir sanat. Benim kitap yazarken aklımın kıyısına gelmez böyle şeyler. Mesela bir keresinde Yıldız Kenter telefon açıyor bana "Muzafferciğim bankaya bakıyor musun?" diyor, "Ne bankası?" diyorum, "E, biz size telif gönderiyoruz sürekli, senin oyununu oynuyoruz" diyor; "Neyse bakarım" diyorum, sonra bir daha arıyor "Muzaffer bakıyor musun bankaya, paran çoğaldı" diyor, inanın bakmamış oluyorum.
-Tiyatro oyunları da yazıyorsunuz, 24 tane oyununuz var. Yazdığınız bir çok oyun da sürekli oynanıyor, seviliyor, izleniyor. Nedir bunun sebebi?
-Benim yazdığım tiyatro eserlerinin hemen hemen hepsi yaşamın içindendir. Örneğin; şu anda Azerbaycan'da oynanmaya başlayacak Sınır adlı oyunum. Oyunda bir sınır vardır: Nevinya ve Sevinya adlı ülkelerin arasındaki sınır. Ülkelerin isimlerini de ikiz kızlarımın isimlerinden verdim. Bu iki ülkenin iki askeri birbirleriyle içli dışlı ve samimidir; fakat iki ülkenin yöneticileri birbirlerine savaş ilân ederler. O iki askerin durumunu anlatır oyun. Yani demek istediğim yaşamın içerisinden konular bunlar.
-Dedikleriniz bana Cemal Süreya'nın bir anısını hatırlattı. Cemal Süreya Kars'ı hiç görmeden, Paris'te "Kars" adlı bir şiir yazıyor. Daha sonra Kars'a gidip aynı başlıklı bir şiir de burada yazıyor. Daha sonra Paris'te, Kars'ı hiç görmeden yazdığı şiirini beğenip kitabına onu alıyor. Yani siz muhtemelen hiç hudutta bulunmadınız, askerleri gözlemleme şansınız olmadı fakat bunu yazabildiniz veya aynı şekilde hiçbir anneanne figürüne sahip olmadan meşhur "Anneanne" serisini yazdınız. Bu kadar gerçek, bu kadar hayatın içinden nasıl aktarabildiniz bunları?
-Belki de yazarlık o. Şimdi mesela yazarlık kursları filan açılıyor, ben inanmıyorum bunlara. O kurstan öğrendiklerinle iki tane, üç tane yazarsın sonra buhar kesilir yazamazsın. Bir kere yazar çok iyi bir gözlemcidir, ikincisi çok okuyan bir insandır, üçüncüsü çok hâyâl kuran birisidir. Ben mesela düşler içerisinde yüzen bir insanım, hele bir de yürüyüşe başlayayım o düşler beynimin içerisinde dans eder. Sonra o düşlerden birisi dürter beni "Beni yaz" der. İşte böylece düş kura kura, yeteneği ve gözlemi de içine katarak rahat rahat yazabiliyorum.
"Anneanne"de de aslında ben kültürümüzü vermeye çalışıyorum. Şimdi anneanne,anne ve çocuk var; anneannedeki kültür çocuğa geçiyor. Aynı zamanda tabii bu kitaplarla bağlılığımızı sağlamaya da çalışıyorum. İşte evde baba futbolla meşgul, çocuk bilgisayarın başında hayır böyle olmaz; gelin, bir araya gelelim, sohbet edelim, bunu vermeye çalışıyorum. Yani kısaca kültür var anneanne kitaplarının içerisinde, birbirlerine saygı var, sevgi var. Bunu toparladığım için, günlük örneklerden, günlük yaşamdan girerek yazdığım için çok seviliyor.
-Bizim sınıfımızda, ilkokulda, Anneanne serisinden çok, Ökkeş hikâyeleriniz sevilirdi. O kadar ki arkadaşlarımla yarış ederdik alabilmek için.
-Evet, o da çok sevilir. Ben Ökkeş'te bilerek bir anne figürü koymadım, annesi yoktur Ökkeş'in. İstedim ki annesi olmayan çocuklar da mutlu, başarılı olabilsinler. Bunu gösterebilmek için anne koymadım. Bir de çok kızdığım bir şey var. Ökkeş'i Keloğlan'a benzetiyorlar, bazı yerlerde öyle çiziyorlar, bunları hiç sevmiyorum. Çünkü Keloğlan tembeldir, hileyle yener karşısındakini, çalışmaz, annesinin sırtından geçinir, gözü padişahın kızındadır, yalan söyler, tam bu düzenin insanıdır. Keloğlan gibi bir karakterim benim asla yok ve ben öğretmenlik yıllarımda da Keloğlan'ı okutmadım. Benim Ökkeş'im emekçidir, benim Ökkeş'im üretir, benim Ökkeş'im yalan söylemez, çalışkandır,annesi olmadığı hâlde mutludur,yaşama bağlıdır.
-Bugün çocuk kitaplarına veya yazarlara baktığınız zaman çocuk edebiyatı anlamında ne görüyorsunuz?İyi bir yere mi gidiyoruz, yoksa tam tersi mi?
-Bence çok iyi yazarlar var. Yani Mavisel Yener var mesela şu an; çalışkan,araştırıcı birisi.Hamdullah Köseoğlu var, geçen gün bir ödül verdiler ve hak ederek aldı bence bunu. Hüseyin Yurttaş var, Hidayet Karakuş var. Sonra Gülten Hanım var, bence bir çınardır kendisi. Yani bunları göz ardı edemeyiz, fakat ne yazık ki biraz önce bahsettiğim gibi yazarlar da var. Çocuk edebiyatıyla ilgili değiller bunlar, parayla ilgililer.Hiç hoş bir şey değil. Çocuk edebiyatı istismar edilmemeli. Yetişkinler istismar edilirse " Aptal, inanmasaydı." deriz, çocuk için diyemeyiz bunu. Çocuğun eline veriliyor bu kitap. Tabii bir de kitapların baskıları da çok önemli; kapağı, kapak gibi olacak, kağıdı kağıt gibi olacak, çizimlere, harflerin büyüklüğüne dikkat edilecek. Bunlar çocuklar için çok önemli. Bizde ancak yeni yeni oluyor bunlar. Ben batı ülkelerini gezerdim de çocuk reyonlarını görürdüm. Bizde ayakkabıda vardır çocuk reyonu, giyside vardır, kitaba gelince yoktur. Şimdi çok şükür bu da yavaş yavaş değişiyor. Ben istiyorum ki çok çocuk yazar olsun, çocuklarımız çok değişik kalemlerden değişik konular okusunlar, bilgilensinler,neşelensinler.
-"Muzaffer İzgü dünyaya geldi, okudu, düşler kurdu ve gitti diyecekler arkamdan" demişsiniz. Son olarak bunu sormak istiyorum.
-Evet, inanın öyle. Benim hiç özel yaşamım olmadı. Peşinde de değilim böyle bir şeyin zaten. Paraya pula da önem veren bir insan değilim. Yaşarken zevk aldıklarımı yaşamaya çalışıyorum. Beni de o yüzden hep onlarla hatırlayacaklar.
Evet sevgili Sarı Sokak Lambaları okuyucuları, bu röportajımızı da böylece noktaladık. Son olarak yazara, gençlere vereceği bir mesaj olup olmadığını sorduk. Bizi kırmadı ve cevapladı. Cevabı aşağıdaki videoda bulabilirsiniz.
Röportaj:Salim ECE
Fotoğraflar ve Video:Nadire BOZKÖYLÜ