16 Nisan 2015 Perşembe

Bizi Biz Yapan Büyük Yazar: Muzaffer İzgü



  Özellikle bizim neslin en sevdiği, en çok okuduğu ve bizce en çok merak ettiği yazardır Muzaffer İzgü. Okuduğumuz kitapların birçoğunda onun imzası vardır. Çocuk edebiyatı adına pek bir şey yapılmayan dönemlerin yazarıdır o. Çocuk ruhunu en iyi anlayan, çocuklara hayaller kurduran kişidir. Bunları bildiğimiz için, İzmir'de yazarla evinde buluştuk ve şahane bir sohbet gerçekleştirdik, merak edilenleri öğrenmeye çalıştık. Umarım başarılı olmuşuzdur, buyurunuz.

-Bando mızıkayla doğmuşsunuz, doğru mu?

-Annem bana hep "Oğlum bando mızıkayla doğdun" derdi. Ben gecekonduda doğdum, sadece bir odası vardı. Öyle ki o bir oda bizim yatak odamız, oturma odamız, yemek odamız, mutfağımız ve hatta banyomuzdu. Annem beni leğende yıkardı, çok iyi anımsıyorum. Bir kova su getirir, üzerinde bir de maşrapa, ben leğene otururum, annem bir tas su döker kafama "Yandım anne yandım" diye bağırırım; ikinci tası döker " Dondum anne dondum" derim, böyle yana dona banyo biterdi. Bütün içtenliğimle söylüyorum size havlu dahi yoktu, annem eski fanilaları birbirine dikip bir şey yapmış onunla bizi kurutur, köşeye oturturdu. Geceleri yer yatağında yatardık: Babam en başa, yanına annem, yanına ablam, yanına öteki ablam, yanına ağabeyim, yanına öteki ağabeyim, en uçta ben. Üç kişiye bir yorgan düşerdi, düşünebiliyor musunuz?  Kim çok üşüyorsa o gece annem Tekir'i, Tekir dünyanın en tembel kedisiydi, üzerine koyardı. Tekir ısıtırdı onu sabaha kadar. Sabah ben uyandırırdım onu "Tekir kalk sabah oldu" diye, bana ters ters bakardı "Benim daha uykum var" der gibi. Sabah kahvaltıda iki zeytin ona düşerdi dört zeytin bana düşerdi; bana düşen ekmeğin yarısı kadar Tekir'e düşerdi. Alırdı zeytini ağzına, çiğner çiğner sonra 'tu' diye tükürürdü artık kimin suratına gelirse. İkinci çekirdeği de tükürünce rahat kahvaltı yapar ondan sonra okula gider orada ısınırdık. Şubatta odun kömür biterdi bizde. Bu hallere bakardım, annem bana nasıl bando mızıkayla doğdun diyor, diye düşünürdüm; "Zengin çocukları bando mızıkayla doğar anne" derdim. Meğerse gerçekmiş. 29 Ekim 1933'te sabahleyin annem törene gidiyor, gelip geçenleri izliyor işte alkışlıyor filan. Nasıl cumhuriyetçi bir kadındı...Okuma yazma da bilmezdi. Tabii karnı da burnunda o gün. Babam "Gitme, sancın tutar, bir şey olur" diyor ama annem akşam da tutturuyor "Herif ben fener alayına gideceğim" diye. "Yahu hanım bak karnın burnunda, kalabalık yer, başına bir iş gelir" filan dinlemiyor "Yok ille ben gideceğim" diyor. Karşı komşumuz Nazmiye Teyze filan vardı onunla beraber kalkıp gidiyorlar. Yağ Camii'nin ordan fener alayı görünüyor, önünde bando filan geliyor. Annemin sancısı tutuyor tabii, Nazmiye Hanım koşmuş "Polis bey biz çıkamadık buradan" demiş. Polis de çok akıllı bir adammış "Hanımefendi" demiş "bandonun arkasına takılın, ilk bulduğunuz boş yerden çıkın gidin" Böylece; önde bando, arkada annem, karnında ben eve gelmişiz ve annem 22:10'da beni dünyaya getirmiş. Bu tabii çok mutluluk veren bir şey.

-5 yaşındayken de Atatürk'ü görmüşsünüz.

- Evet, çok önemli o da benim için. Şimdi o zamanlar babam bu Saathane'nin oralardaki bir kahvede garson olarak çalışıyor. Patrona "Yarın Atatürk gelecek, ben çocuklarımı oraya götüreceğim, o büyük, dahi insanı görsünler." demiş; tabii ben  tarihi sonradan öğreniyorum: 23 Mayıs 1938. Patron da "Çayı kahveyi kim taşıyacak gidersen?" demiş. Babamın yanıtına bakın: "İstersen işime son ver,ben çocuklarımı götüreceğim" demiş. Devrisi gün annemin elinde bir kara torba, babamın elinde bir testi yola çıktık.Adana'da, Atatürk Parkı'nın daha ötesinde, şimdiki istasyona yakın alan bomboştu, Atatürk oraya gelecek demişler, gittik oturduk. Meğer annemin elindeki kara torbanın içinde zeytin ve ekmek varmış; onu bir güzel yedik, testiden sularımızı içtik, "Atatürk geliyor" dediler, herkes ayağa fırladı. "Babaa!" filan diyorum, alkışlıyorum ben de. Babam beni omuzlarına aldı adamcağız, bir gördüm Atatürk'ü nasıl heyecanlandım "Baba bak Atatürk baba" filan diyorum, neredeyse arka üstü gidiyordum, babam zor yakaladı beni.Atatürk'le aram 20 metreydi, oradaki son sözleri hâlâ aklımda: "Çok çalışacağız arkadaşlar" dedi, kürsüden indi ve gitti. O sözler benim beynime kazındı. Belki de ondan çok çalışkan bir insanım ben. Şu an 82 yaşındayım ve hâlâ böyle hep yarına bir işim var.

  Atatürk öldüğünde de biz 4 çocuk elektrik direğinin dibinde ağlamaya başladık, ağlıyorum ama neye ağladığımı bilmiyorum tabii. "Atatürk ölmüş" dediler, ağlamaya başladılar, ben de ağladım. Koştum sonra eve gittim "Anne Atatürk ölmüş" dedim, Nuri Amca diye bir akrabamız vardı yakınlarda götürüp toprağa koymuştuk, "Nuri Amca gibi mi oldu anne?" dedim. Annem "He oğlum he" dedi. Benim bir gidişim var arkadaşlarımın yanına, nasıl ağlıyorum... Çünkü benim beynimde Atatürk ölmez, öyle büyük bir insan ölmez. Işıklar içinde yatsın, büyük insanım benim o.

-Okumaya başlamanızın, ilk okuduğunuz kitabın hikâyesi de çok enteresan. Onu anlatır mısınız bize?

-Şimdi Nedim diye bir arkadaşım vardı benim. Yağmurlu günlerde ben Nedimlere giderdim. Çünkü dedim ya bizim evde odun kömür yok.Biz ders çalışırken otururduk yerde bütün kardeşler, üşüdük mü kaş göz ederdik birbirimize sonra birden ayağa fırlardık, aynı Amerikan Kızılderilileri gibi kol kola girip üç adım bu tarafa, üç adım şu tarafa derken ısınırdık, öyle otururduk bir daha dersimize. Annem akşamları zehir gibi acı bir mercimek çorbası içirirdi bize, içimiz yanardı, öyle girerdik yatağa. Ee, ıslanıp eve geldin, nasıl kurunacaksın?  Nedimlere giderdik biz o yüzden, annesi de dünya güzeli bir insandı , ekmeğe biber salçası sürerdi bize falan; orada ısınır, kurunur, eve gelirdim. Bir gün Nedim "Bugün seni eve götüremeyeceğim Muzaffer çünkü evde ablamın nişanı var, sana bir yer söyleyeyim sen oraya git" dedi. Tarif etti filan " Nedim orası neresi" dedim, "Halkevi'nin kitaplığı" dedi. "Soba yanıyor mu orada" dedim, "Hem de nasıl" dedi. "Peki benden para isterler mi?" dedim, "Yok istemezler" dedi. Nasıl yağmur yağıyor dışarıda... Benim paltom da yok, şemsiye zaten bilinmez o zaman; babamın tencere gibi bir şapkası vardı, giyince kulaklarım da içine girerdi, yağmurlu günlerde annem onu verirdi bana. Giydim kafama onu, yağmurun altında koş koş buldum Halkevi binasını. Korka korka içeriye girdim, kapıyı açtım, içerisi öyle sıcaktı ki... Yani bir çocuk düşünün, 2. sınıftaydım, 8 yaşındaydım o zaman, çikolata istemiyor, elma istemiyor, sadece ısınmak istiyor. Burnumun ucundan, kulaklarımdan, çenemden sular şıpır şıpır damlıyordu. Soba beni mıknatıs gibi kendi çekiyordu böyle. Tam sobanın yanına yaklaştım, gözlüklü bir amca girdi araya "Oğlum sen havuza filan mı düştün?" dedi, "Yok amca ben burayı ararken ıslandım" dedim. "Sen niye geldin buraya" dedi, "Ben üstümü başımı kurutacağım amca, sonra da dersimi yapıp gideceğim " dedim. Ben nereden bileyim orada kitap mitap olduğunu. O güzel amca, hiç unutmuyorum, bir sandalye getirdi bana, ceketimi geçirdi, sobanın yanına çekti; bana da bir sandale getirdi "Otur oğlum, yaklaş sobaya" dedi. Isındım, kurundum, dersimi yaptım, sonra baktım bir abla çocuklara kitap veriyor; çocuğa fısıltıyla sordum "Parayla mı?" diye "Hayır, ödünç." dedi. Gittim, abladan bir kitap istedim. "Nasıl bir kitap istiyorsun?" dedi, "Benim okuyabileceğim bir kitap." dedim. Abla bana Define Adası'nı uzattı. Çoğu yazara sorun ilk okuduğu kitabı bilmez, ben ilk Define Adası'nı okudum. Aldım kitabı ama daha kitap ne onu bilmiyorum. Diğer çocuk nasıl açıyorsa öyle açtım okumaya başladım.Kaçıncı sayfadaydım bilemiyorum, bir el omzuma dokundu "Küçük burayı kapatıyoruz" dedi. "Abla kitap bitmedi" dedim, "Merak etme, ben senin adını yazacağım buraya, koyacağım, yarın gelince devam edersin" dedi. Sonra ben oraya hep gittim ve inanır mısınız o günden sonra benim ikinci evim oldu orası. Annem beni aradığında orada bulurdu. 2. sınıfla 5. sınıf arasında ben 200-300 tane kitap okuduğumu anımsıyorum orada. Şu anda bile ben iki elim kanda olsa günde en az 150 sayfa kitap okuyorum, ayda 22 dergi giriyor evimize.

-İlk okuduğunuz kitabı hatırladığınızı söylediniz.Biliyorum ki siz ilk yazdığınızı da hatırlıyorsunuz. Neydi o?

-O, Münevver Abla'ya bir mektuptu. Ben 1. sınıftaydım, okuma yazma bilmiyordum daha. Münevver Abla bizim bitişikte gecekondu gibi bir yerde oturuyordu. Postacı ne zaman gelse dışarı çıkar "Postacı evladım bana mektup var mı?" diye sorar, postacı homurdanır giderdi. Her gün sorardı böyle. Anneme "Niye gelmiyor anne Münevver Abla'ya mektup?" diye sordum, "Onun kimi kimsesi yok" dedi. Ben bir üzüldüm ki ... Kafama koydum, okuma yazmayı öğrenince bu Münevver Abla'ya bir şey yazacağım diye. Erken öğrendim okuma-yazmayı da, şubat sonları filandı galiba. Bir beyaz kağıt bir de beyaz zarf aldım, bir mektup yazdım. Yazdıklarım hâlâ aklımda: "Münevver Hanım, bahar geldi, papatyalar açtı, gelincikler çıktı, köpekler havlıyor, kuşlar ötüyor, kediler miyavlıyor, eşekler anırıyor, hepsi ellerinden öpüyor." Devrisi gün postaneye gittim, cebimde de 6 kuruş posta pulu parası var; ekmek alınıyordu o parayla. "Ne zaman alır mektubu?" diye sordum, "Yarın öğleden sonra alır" dediler. Ben öbür gün pencerenin önünde postacıyı bekliyorum. Postacı bir göründü yüreğim güm güm atıyor, sanki yerinden çıkacak. Münevver Abla yine çıktı "Postacı evladım bana mektup var mı?" diye sordu, postacı mektubu uzattı, Münevver Abla şaştı kaldı. Hemen arkasından bağıra bağıra beni çağırdı "Muzaffeeer koş, bana mektup geldi!" diye. Okuma yazma bilmiyordu o. Koştum, okudum mektubu. Münevver Abla bana sarıldı, beni öptü, mektubu öptü , koynuna koydu ve inanır mısınız 3 ay sonra bu hanım öldü. Annem de gitti cenazeyi yıkamaya, gelince "Oğlum" dedi "Münevver Abla'nın koynundan mektup çıktı, senin yazıya benziyor"  dedi. Annem tanımış yazımı, bu ilk yazımdır benim.

  Öte yandan benim başka bir ilk yazım daha var. Beni 1. , 2. , 3. sınıf öğretmenlerim anlamadı, çok okuyan bir insandım ve güzel de yazmaya başladım. Öğretmenlerime yazdıklarımı veriyorum, anlamıyorlar, geri veriyorlar. 4. sınıfta Yusuf Gülen adlı bir öğretmen geldi, ışıklar içinde yatsın , 20 dakika düş kurduruyordu bize, kalan 20 dakikada da bunu yazdırıyordu.Tam aradığım öğretmen, dedim. 3. yazdırışında filan benim yazım birinci geldi; bir yaprağı yazmıştım. İşte yaprak düşüyor sonra bağırıyor "Annee, babaa, kardeşlerim ben yalnız kaldım, nereye gideceğim şimdi?" diye. Sonra aşağı bakıyor su, "Ben buradan ırmaklara karışırım, denizlere giderim, balıklarla yarışırım" filan diyor, konusu özgürlüktü yani. Öğretmenim çok beğendi o yazımı "Muzaffer, bunu temize çek, duvar gazetesine koyalım" dedi. Yazım asıldı duvara, ben öğretmenime "Ben bu derse girmeyeceğim öğretmenim" dedim. Bir yukarı, bir aşağı gidiyorum; müdürü indirdim okutmaya, öğretmen odasına gittim bütün öğretmenleri indirdim.Yalnız 4/B'nin öğretmeni inmedi, küsüm hâlâ ona. Neyse onlar bitti, kapının önüne çıktım simitçi, boyacı kim varsa "Bunu ben yazdım" diye okuttum. Sonra eve koştum, babamı getirdim okula. Babam geldi, okudu yazımı, eğilip iki bileğimi tuttu, böyle gözü buğulanmış gibi "Sen yazar mı olacaksın Muzaffer?" dedi, "Evet baba" dedim. Böylece babama verdiğim sözü tuttum ve yazar oldum.

-Ben, çocukluk ve ilk gençlik zamanlarınızla ilgili daha fazla soru sormak istemiyorum. Çünkü o dönemlerinizi anlatan,hayatımda okuduğum en güzel otobiyografi kitaplarından birisini yazdınız : Zıkkımın Kökü. Meraklısını bu kitaba yönlendirip öğretmen okuluna gittiğiniz yıllara dönmek istiyorum. Bahseder misiniz biraz o yıllardan?

-Ben Diyarbakır öğretmen okuluna gittim. Oraya gittiğimde eşimle tanıştık, birlikte okulun duvar gazetesini çıkarmaya başladık. Eşimin de benim de yazılarımız ve tabii arkadaşlarımızın da yazıları orada çıkmaya başladı.Bir yandan da dergilere yazılar göndermeye başlamıştım ben. Sonra öğretmen oldum, askerlik filan girdi araya. O sıralar sanırım ben yazmaya biraz ara verdim. Daha sonra tekrar yazmaya başladığımda Uçan Eşek kitabım yayımlandı Özyürek'te. Bir çocuk kitabıydı bu ve benim yayımlanan ilk kitabımdı. O günden beri kitaplarım yayımlanıyor. Önceleri Remzi'de yayımlanıyordu, tabii ben Demokrat İzmir gazetesinde de yazıyordum bir yandan, genel sanat müdürü de Attila İlhan'dı. Sonra Attila İlhan Bilgi Yayınevi'ne geçti. O sırada da Bilgi Yayınevi'nin sahibi Ahmet Küflü, Aziz Nesin'le kavga etmiş, bütün kitaplarını kamyona yükleyip göndermiş.Ardından Attila İlhan'a "Bize bir gülmece yazarı gerek" demiş. Attila İlhan da "E, Muzaffer var, Remzi'de şu an ama benim can dostumdur, beni kırmaz" demiş. Sonra Attila bana bir mektup yazdı, ben de ona yazdım "Ben gideyim Remzi Baba'dan bir helallik alayım" dedim. O sıralar Remzi Kitabevi'nin sahibi Remzi Bey daha sağdı. Gittim konuştum, durumu anlattım. Bana "Memnun olmadığınız bir şey mi var; teliften mi memnun değilsiniz, dağıtımdan mı memnun değilsiniz, sayıdan mı memnun değilsiniz?" diye sordu. "Hayır, hepsinden memnunum ama Attila benim arkadaşım, ben onu kıramam." dedim. O da kalktı beni öptü "Böyle dostluk kalmış mı bu zamanda" diye. O günden beri ben Bilgi'deyim; çocuk kitaplarım, diğer kitaplarım hep Bilgi'den çıkar. 

-Öğretmenliğinizi çok merak ediyorum ben.Nerelerde öğretmenlik yaptınız ve nasıl bir öğretmendiniz?

-Silvan, Diyarbakır ve Aydın'da öğretmenlik yaptım. Öğretmenlik anlamında, müfredat programına ben hiç uymazdım.1 ay tiyatro okuturdum, 1 ay öykü, 1 ay roman, 1 ay sinema okuturdum, zaten ders yılı biterdi. Çok kişi mesela sinemayı sanattan saymazdı, biz senaryolar yazardık, film gibi oynardık onları. Küçük çocuklar roman yazamazlardı ama onlarla öyküler yazardık. Böylece çocuk, romanı da şiiri de öyküyü de severdi, ben onları klasik müfredattan kurtarırdım. Bir de şöyle bir şey söyleyeyim, çocuk okuru olmayan bir toplumun yetişkin okuru asla olmaz. Bunu böylece kafamıza kazımamız gerek.

-Hazır değindiniz, çocuk edebiyatı meselesine gelmek istiyorum. Yıllar geçti hâlâ sizin ve belli başlı bazı sanatçıların kitapları okunuyor, bence üzerine hâlâ çok bir şey katan yok. Ne düşünüyorsunuz bu konuda?

-Yaşamdan örnekle anlatayım size, böyle daha güzel oluyor. Ben bir mektup aldım, bir adam diyor ki: "Ben yeni emekli oldum, sizin de en iyi çocuk yazarı olduğunuzu duydum, bana madde madde yazar mısınız bu işin sırrını?" Cevap yazdım, "Sen emekliliğin tadını çıkar evladım, keyfine bak" dedim. Şimdi, bazı yayınevleri, bazı parası olan kişiler dürtüyorlar "Sen yazarsın yahu"  filan diyorlar kimilerine. Ben şimdi görüyorum böylelerini, ellerinde çanta, çantada 40 tane kitap; okul okul geziyorlar, nerede bir imza günü olsa koşturuyorlar. Asla gerçek çocuk yazarları için söylemiyorum bunu ama böyleleri de türedi maalesef. Yazar için bir kazanç kapısı değildir sanat. Benim kitap yazarken aklımın kıyısına gelmez böyle şeyler. Mesela bir keresinde Yıldız Kenter telefon açıyor bana "Muzafferciğim bankaya bakıyor musun?" diyor, "Ne bankası?" diyorum, "E, biz size telif gönderiyoruz sürekli, senin oyununu oynuyoruz" diyor; "Neyse bakarım" diyorum, sonra bir daha arıyor "Muzaffer bakıyor musun bankaya, paran çoğaldı" diyor, inanın bakmamış oluyorum.

-Tiyatro oyunları da yazıyorsunuz, 24 tane oyununuz var. Yazdığınız bir çok oyun da sürekli oynanıyor, seviliyor, izleniyor. Nedir bunun sebebi?

-Benim yazdığım tiyatro eserlerinin hemen hemen hepsi yaşamın içindendir. Örneğin; şu anda Azerbaycan'da oynanmaya başlayacak Sınır adlı oyunum. Oyunda bir sınır vardır: Nevinya ve Sevinya adlı ülkelerin arasındaki sınır. Ülkelerin isimlerini de ikiz kızlarımın isimlerinden verdim. Bu iki ülkenin iki askeri birbirleriyle içli dışlı ve samimidir; fakat iki ülkenin yöneticileri birbirlerine savaş ilân ederler. O iki askerin durumunu anlatır oyun. Yani demek istediğim yaşamın içerisinden konular bunlar.




-Dedikleriniz bana Cemal Süreya'nın bir anısını hatırlattı. Cemal Süreya Kars'ı hiç görmeden, Paris'te "Kars" adlı bir şiir yazıyor. Daha sonra Kars'a gidip aynı başlıklı bir şiir de burada yazıyor. Daha sonra Paris'te, Kars'ı hiç görmeden yazdığı şiirini beğenip kitabına onu alıyor. Yani siz muhtemelen hiç hudutta bulunmadınız, askerleri gözlemleme şansınız olmadı fakat bunu yazabildiniz veya aynı şekilde hiçbir anneanne figürüne sahip olmadan meşhur "Anneanne" serisini yazdınız. Bu kadar gerçek, bu kadar hayatın içinden nasıl aktarabildiniz bunları? 

-Belki de yazarlık o. Şimdi mesela yazarlık kursları filan açılıyor, ben inanmıyorum bunlara. O kurstan öğrendiklerinle iki tane, üç tane yazarsın sonra buhar kesilir yazamazsın. Bir kere yazar çok iyi bir gözlemcidir, ikincisi çok okuyan bir insandır, üçüncüsü çok hâyâl kuran birisidir. Ben mesela düşler içerisinde yüzen bir insanım, hele bir de yürüyüşe başlayayım o düşler beynimin içerisinde dans eder. Sonra o düşlerden birisi dürter beni "Beni yaz" der. İşte böylece düş kura kura, yeteneği ve gözlemi de içine katarak rahat rahat yazabiliyorum.

  "Anneanne"de de aslında ben kültürümüzü vermeye çalışıyorum. Şimdi anneanne,anne ve çocuk var; anneannedeki kültür çocuğa geçiyor. Aynı zamanda tabii bu kitaplarla bağlılığımızı sağlamaya da çalışıyorum. İşte evde baba futbolla meşgul, çocuk bilgisayarın başında hayır böyle olmaz; gelin, bir araya gelelim, sohbet edelim, bunu vermeye çalışıyorum. Yani kısaca kültür var anneanne kitaplarının içerisinde, birbirlerine saygı var, sevgi var. Bunu toparladığım için, günlük örneklerden, günlük yaşamdan girerek yazdığım için çok seviliyor.

-Bizim sınıfımızda, ilkokulda, Anneanne serisinden çok, Ökkeş hikâyeleriniz sevilirdi. O kadar ki arkadaşlarımla yarış ederdik alabilmek için. 

-Evet, o da çok sevilir. Ben Ökkeş'te bilerek bir anne figürü koymadım, annesi yoktur Ökkeş'in. İstedim ki annesi olmayan çocuklar da mutlu, başarılı olabilsinler. Bunu gösterebilmek için anne koymadım. Bir de çok kızdığım bir şey var. Ökkeş'i Keloğlan'a benzetiyorlar, bazı yerlerde öyle çiziyorlar, bunları hiç sevmiyorum. Çünkü Keloğlan tembeldir, hileyle yener karşısındakini, çalışmaz, annesinin sırtından geçinir, gözü padişahın kızındadır, yalan söyler, tam bu düzenin insanıdır. Keloğlan gibi bir karakterim benim asla yok ve ben öğretmenlik yıllarımda da Keloğlan'ı okutmadım. Benim Ökkeş'im emekçidir, benim Ökkeş'im üretir, benim Ökkeş'im yalan söylemez, çalışkandır,annesi olmadığı hâlde mutludur,yaşama bağlıdır.

-Bugün çocuk kitaplarına veya yazarlara baktığınız zaman çocuk edebiyatı anlamında ne görüyorsunuz?İyi bir yere mi gidiyoruz, yoksa tam tersi mi?

-Bence çok iyi yazarlar var. Yani Mavisel Yener var mesela şu an; çalışkan,araştırıcı birisi.Hamdullah Köseoğlu var, geçen gün bir ödül verdiler ve hak ederek aldı bence bunu. Hüseyin Yurttaş var, Hidayet Karakuş var. Sonra Gülten Hanım var, bence bir çınardır kendisi. Yani bunları göz ardı edemeyiz, fakat ne yazık ki biraz önce bahsettiğim gibi yazarlar da var. Çocuk edebiyatıyla ilgili değiller bunlar, parayla ilgililer.Hiç hoş bir şey değil. Çocuk edebiyatı istismar edilmemeli. Yetişkinler istismar edilirse " Aptal, inanmasaydı." deriz, çocuk için diyemeyiz bunu. Çocuğun eline veriliyor bu kitap. Tabii bir de kitapların baskıları da çok önemli; kapağı, kapak gibi olacak, kağıdı kağıt gibi olacak, çizimlere, harflerin büyüklüğüne dikkat edilecek. Bunlar çocuklar için çok önemli. Bizde ancak yeni yeni oluyor bunlar. Ben batı ülkelerini gezerdim de çocuk reyonlarını görürdüm. Bizde ayakkabıda vardır çocuk reyonu, giyside vardır, kitaba gelince yoktur. Şimdi çok şükür bu da yavaş yavaş değişiyor. Ben istiyorum ki çok çocuk yazar olsun, çocuklarımız çok değişik kalemlerden değişik konular okusunlar, bilgilensinler,neşelensinler.

-"Muzaffer İzgü dünyaya geldi, okudu, düşler kurdu ve gitti diyecekler arkamdan" demişsiniz. Son olarak bunu sormak istiyorum.

-Evet, inanın öyle. Benim hiç özel yaşamım olmadı. Peşinde de değilim böyle bir şeyin zaten. Paraya pula da önem veren bir insan değilim. Yaşarken zevk aldıklarımı yaşamaya çalışıyorum. Beni de o yüzden hep onlarla hatırlayacaklar.


  Evet sevgili Sarı Sokak Lambaları okuyucuları, bu röportajımızı da böylece noktaladık. Son olarak yazara, gençlere vereceği bir mesaj olup olmadığını sorduk. Bizi kırmadı ve cevapladı. Cevabı aşağıdaki videoda bulabilirsiniz.



Röportaj:Salim ECE
Fotoğraflar ve Video:Nadire BOZKÖYLÜ

7 Nisan 2015 Salı

Türk Edebiyatının En İyi ve En Farklı Polisiye Yazarlarından Algan Sezgintüredi ile Röportajımız


 Hepimizin tanıdığı, tanımak üzere olduğu, tanıdıktan sonra 'Ben nasıl kaçırdım?' diyeceği sevgili yazarımız(aynı zamanda çevirmen, grafik tasarımcı ve mütevazı bir ressam) Algan Sezgintüredi, 1968 Erzurum doğumlu olup İstanbul'da eğitimini ve oradaki yaşamını tamamladıktan sonra an itibariyle İzmir'de hayatına ve yazılarına devam etmekte, karakterlerine nefes vermektedir. Bizler de serin bir öğleden sonra soluğu İzmir'de, yazarımızla keyifli bir sohbette aldık.Sıcaklığının yanı sıra nazik bir içtenlikle kitapları,çevirileri, çevirinin zorluğu, edebiyat dünyasında polisiyenin yeri ve daha birçokları konusunda bizleri aydınlattı ve bizi kendisine hayran bıraktı. Kendisine teşekkür ediyor ve sizi sohbetimizle başbaşa bırakıyoruz.

-Yazarlığınızın yanında bir de çevirmenlik yönünüz var. Günümüz itibariyle 65 civarında kitap çevirmiş durumdasınız ve bir okuyucu olarak incelediğimde gayet başarılı bir çevirmen olduğunuzu da görüyorum. Nasıl başladınız çevirmenliğe?

-Çevirmenliğe işsiz kaldığım için başladım.Benim normalde esas mesleğim grafik tasarımcılık. Fakat ben bir 10-15 sene kendi mesleğimle uğraşmadım, daha çok başka işlerle uğraştım. Onlar da bir yerden sonra tabii kötü durumlara geldi ve öylece kaldım ortada, sanırım 38 yaşındaydım o zaman. O aralarda bir yazar arkadaşım,sen dil filan da biliyorsun kitap çeviremez misin, dedi.Deneyeyim, dedim.İşte öyle bir yayıneviyle bağlantı kurdu,verdiler çeviriyi sağ olsunlar, galiba başarılı da oldu. Öylece başlamış oldum çeviri işine,oradan da devam etti. Bir taraftan zaten yazıyordum.İkisi birbirine bayağı da fayda etti aslında. Yani yazmanın çeviriye, çevirinin de yazmaya çok faydası var.

-Nasıl katkı sağlıyor yazarlık ve çevirmenlik birbirine?

-İdman gibi bir şey aslında; özellikle çeviri, yazı için çok ciddi bir idman çünkü bir kere başka birilerinin,başka edebiyatçıların üsluplarını, kurgu tarzlarını, neyi nasıl yaptıklarını, nasıl anlattıklarını falan görüyorsunuz. Bunu kitabı okurken de görüyorsunuz tabii ki ama çeviri yaparken sonuçta bir bulmaca çözüyorsunuz orada, bir çözümleme yapıyorsunuz.Hani katmanlı okuma ya da satır aralarını okuma filan derler ya çeviride de yaptığınız iş aslında o.Hiçbir şey değilse bile ufkunuzu genişletiyor çeviri.Yazmanın çeviriye faydası ise şöyle; yazarken siz kendi dilinizi kullanmayı öğreniyorsunuz. Böylece başka dilde anlatılan ifadelerin, anlatım tarzlarının vesaire bizde nasıl karşılık bulduğunu görebiliyorsunuz. Sonuçta bunları doğru aktarabilmek ciddi bir iş ve kendi dilinize hakimiyetiniz,bilginiz,edebiyata hakimiyetiniz çok rol oynuyor.

-Ülkemizde ciddi derecede bir çevirmen problemi var bence. Sırf çevirisinin kötülüğü nedeniyle elimden bıraktığım çok kitap var, o yüzden rahatça söyleyebiliyorum bunu. Sizce nedir iyi bir çevirmen olmanın yolu?

-Bir kere iyi bir çevirmenin çok okuyor olması lazım ve en önemlisi çok fedakâr olması lazım.Yani neredeyse can feda etmeye yakın bir iş bu, nedenini de söyleyeyim, çünkü çevirmenlik yapısı itibariyle yapılması imkansız bir meslek, diller arasındaki farklar kimi noktada hiç kapanmayacak ölçülerde. Dil ,malum, coğrafyaya, iklime, kültüre vesaire birçok şeye bağlı olarak gelişiyor. Birbirinden çok farklı ortamlarda gelişen dillerin de kavramları birbirinden çok farklı olabiliyor.Mesela,derler ya, Eskimoların kar için kullandıkları sözcük sayısı çok fazladır ya da Arapların kum hakkındaki sözcük sayıları da öyle. Onlar 'kar' veya 'kum' üzerine çok daha farklı kavramlar geliştirmişlerdir çünkü orada yaşıyorlar; e kavramlarda ihtiyaçlara göre gelişir her zaman. Mesela biz bugün dilimize yabancı sözcüklerin girmesinden çok şikayet ediyoruz. Oysa yabancı kelime girmek zorunda, başka çaresi yok. Çünkü şartlar gelişiyor, değişiyor, ihtiyaçlar farklılaşıyor; bu ihtiyaçlara cevap verecek çözümleri kendin üretemediğin sürece, ne yapacaksın, dışarıdan alıyorsun. Twitter'i sen icat edemediğin için adını 'Bıdıtır' koyamıyorsun. Mesela geçen gün benim çevirdiğim Ölüler Sır Saklamaz adlı, adli tıp tarihiyle ilgili bir kitap üzerine söyleşi yaptık. Orada bana "El sevabı" nedir diye sordular, nereden buldun bunu dediler. Adli tıpta, polis prosedürlerinde 'el sevabı alınması' diye bir şey var. İngilizcede 'swabbing' vardır ya, işte pamukla temizleme ya da sıyırma gibi anlamlara gelen bir kelime, o yüzden dışarıda 'swabbing' diye geçiyor, 'swab almak' diye geçiyor.'hand swabbing' de olay yerinde bulunan kişilerin ellerindeki baruta vesaire bakma, kontrol etme meselesi. Bizimkiler de almış onu 'el sevabı' na çevirmişler. Bunda olduğu gibi yani dil boşluk kabul etmiyor; ihtiyaçlar arttıkça, değiştikçe hâliyle yeni kelimeler giriyor. Bu kelimeleri kendin üretmiyorsan dışarıdan alıyorsun, başka çaren yok çünkü. O yüzden iyi bir çevirmen olmak için kendi dilini çok iyi bileceksin, kendi edebiyatını iyi tanıyacaksın, yabancı edebiyatı ve dili de tabii aynı ölçüde iyi tanıyacaksın. Bunların yanında çok araştırma yapmayı da gerektiriyor çeviri; bir çevirmenin mühendislikten de bilgisi olacak, uzay biliminden de bilgisi olacak, tıptan da bilgisi olacak.

-Daha önce yaptığınız röportajlardan birinde "Ben çeviri yaparken mümkünse kitabın yazarıyla, yayıneviyle iletişim kurmaya çalışırım" demişsiniz. Ne amaçla yapıyorsunuz bunu?

-Evet, mesela kimi yazarlar çok güncel ve yerel yazıyorlar. Mesela bir İngiliz romanı Derbyshire'da geçiyor ve yazar öyle bir şey yazıyor ki ancak Derbyshire'da yaşayanlar anlayabiliyor.Orada olan yerel bir olaydan bahsediyor çünkü; anladığınız zaman çok komik ya da anlamlı tamam ama anlamıyorsun. Bu tip şeylere rastlanabiliyor. Ya da birden fazla anlama gelebilecek meseleler çıkıyor karşınıza. İşte böyle şeyleri yazara sorup "Burada ne demek istedin?" diye sorabilmek bir avantaj durumuna geliyor.Ben de yapabilirsem bunu yapmaya çalışıyorum. Dipnotlara da bundan dolayı çok önem veriyorum ben. Bu sebeple bana çok itiraz ettiler: Okumayı engelliyor  ya da sıkıyor insanı, gibi. Ben de dedim ki lütfen okuyucuyu salak yerine koymayın. Cehalet başka bir şey öğrenmeye çalışmak bambaşka bir şey. Ben zaten oturup dipnotta izafiyet kuramını anlatmıyorum ki , işte 'derbi maçı' ndaki 'derbi' kelimesi nereden geliyor, onu iki satırla anlatıyorum sadece.

-Şimdi asıl derya deniz olduğunuz alana ,yani yazarlığınıza gelmek istiyorum. Yazmak nasıl başladı sizin için ve nasıl geldi buralara?

-Yazmaya ne zaman başladığımı çok iyi bilmiyorum, çünkü küçüklüğümden beri olan bir şey değil.Benim önceden beri bir sanatla ilgim varsa o da resimdir, çocukluğumdan beri resim yaparım. Yazarlıkla hiçbir alakam yoktu, ha, işte nedir, çizgi roman yapmaya çalışıyordum sadece. Sonra işte üniversitenin Güzel Sanatlar Akademisi Grafik Bölümü'nde okudum. Son yılında filan iyice böyle illüstrasyon yapmaya ve çizgi roman yazmaya heveslenmiştim ama öyle yazarlıkla ilgisi olan bir şey denemedim, ancak taslak seviyesinde belki. Yazarlığım, size şöyle söyleyebilirim, çevirmenlikteki gibi yine işsizlikten oldu. Ben küçük bir reklam ajansında çalışıyordum, yani işim vardı ama yapacak iş yoktu. O zaman da bilgisayarlar yeni yeni piyasadalar,93/94 yılları olması lazım, ben de bir şeyler karalamaya başlamıştım hikâyeler filan. Fakat bunları yazdıktan sonra bile yazar olmak gibi bir fikrim olmadı, öyle bir hevesim de olmadı hiçbir zaman. Sonra 1996/97 gibi, ben çok bilim kurgu severim, bir bilim kurgu kitabına başladım. Bölüm bölüm yazdım, bittiği zaman da böyle 600 sayfalık kalın bir şey oldu. Daha sonrasında tabii o bir kazaya kurban gitti, bilgisayar filan çöktü, o roman öylece gitti.

 Daha sonraları Katilin Şeyi'ni ilk yazdığım zaman bastırmak için birkaç yayına gönderdim kabul edilmedi. NTV'de Adnan Bostancıoğlu var, eskiden beri tanıdığım bir ağabeyim, onun tavsiyesiyle ben kitabı Ömer Türkeş'e götürdüm. Ömer Türkeş'le buluştuk İzmir'de, dosyayı verdim,biraz konuştuk filan. "Tamam ben bunu okur sana dönerim" dedi. Sonra ayrıldık, ben tam gidiyorum,5-10 adım attım, arkamdan "Gel gel" filan dedi. Yani yürürken açıp okumaya başlamış kitabı, iyi bir okur çünkü adam. "Bu çok güzel bir kitap, sen merak etme ben bunu değerlendireceğim" dedi. Sonradan sağolsun onun tavsiyesiyle İthaki'de basıldı Katilin Şeyi. Sonra Katilin Meselesi'ni yazdım ve Versus Yayınları'na geçtim.

-Yazarlığınızla ilgili olarak, mesela ben bir kitabınızı ilk defa okuduğumda dedim ki "Algan Sezgintüredi bir fiilimsi ve ara söz ustası olmalı." Çünkü bir paragraf cümle var kimi yerlerde, fakat anlaşılıyor ve içerisine her şeyi sığdırabiliyor. Dili iyi kullanmak adına mı yapıyorsunuz bunu, yoksa sadece böyle yazmaktan hoşlandığınız için mi?

-Hepsi birden var aslında. Mesela beni gururlandıran şeylerden birisi kitaplarımı okuyanlardan dahi diyebileceğim, fizik, matematik alanlarında artık üstat hâline gelmiş arkadaşlarım bu tip cümlelerin çok ustaca  ve anlaşılır olduğunu söylediler. Bu beni çok mutlu etti. Mesela uzun cümlelerden çok şikayet eden var benim kitaplarımda "Yahu Algan, başladık okumaya ama 10 sayfadan öteye gidemedik" diyen arkadaşlarım var. Böyle düşünmeyenlerin hepsi matematik, fizik bilenler. Çünkü, bu çok basit bir şey, uzun cümleyle uzun denklem arasında hiçbir fark yoktur. Cümle ne kadar uzun olursa olsun, eğer doğru kurulmuşsa, tıpkı bir denklemde olduğu gibi çözülebilir. Bu, kafanın o yönde çalışmasıyla, alışık olmasıyla, idmanıyla ilgili bir şey. Bir de tabii ben Fransızca eğitim aldığım için (Yazar, Saint Benoit Fransız Lisesi mezunudur) oradan da gelen bir şey var; çünkü Fransızcada uzun cümle ve cümle içerisinde cümleler kurmak çok yaygındır.

-Kitabınızın konusuna ve karakterlerine gelmek istiyorum biraz. Kitabın iki tane dedektif karakteri var: Vedat Kurdel ve Tefo. Siz kitabı 2005'te yazıyorsunuz fakat kitabı aslında Vedat Kurdel karakteri 2015 yılında anılarını anlatmak üzere kaleme alıyor.Neden böyle bir yol seçtiniz? Yani neden siz değil de Vedat Kurdel yazıyor kitabı?

-Şimdi şöyle, bu kitaplara başlarken benim aklımda bazı şeyler vardı. Sonuçta birçok polisiye yazarları var, çok iyileri de var. Sonra bu işin içinden, polislikten gelen polisiyeciler var, adli tıpçılar var. Benim hiç öyle bir bilgim yok, ne polislikten anlarım ne de adli tıptan; ben sadece hevesliyim. Bugüne kadar tonla polisiye roman okumuşum, bir sürü dizi, film seyretmişim, hoşuma gidiyor bunlar, benim bütün olayım bu. O sırada benim gibi bir adam cinayet çözmek durumunda kalsa ne yapar, diye düşündüm. Cevabı şu: Hiçbir şey yapamam. Yani ne ipucu çözebilirim, ne bulduğum bilgileri bir araya toplayabilirim vesaire.Gidip adli tıpta ceset ya da rapor da inceleyemem. E, ne yapacaksın, hiçbir şey. Fakat polisiye yazıyorum ve olayların çözülmesi gerekiyor, o zaman kahramanım o olayları çözmek durumunda. Ne yapabilir işte bir yerlerden yardım almak zorunda, polise bir şekilde bir erişiminin olması gerekiyor, biraz kafasının çalışması gerekiyor falan. Babası emekli bir başkomiser olan Tefo karakteri de bu noktada dahil oldu kitaba. Yaşıyla, yaşayışıyla, gelir seviyesiyle tamamen ortalama ve sıradan olan insanların dedektifliğe soyunursa ne yapabileceğini anlatmak istedim.

 Kitabı Vedat'ın yazmasına gelince, bir kere ben üçüncü tekil şahısla, dışarıdan bir anlatıcı gibi konu anlatmayı maalesef beceremiyorum, yapamadım şimdiye kadar bunu. Bana tuhaf geliyor, çünkü öyle yaptığım zaman ben bir gözlemciyim ve her şeyi biliyorum gibi oluyor. Bunun için de benim bir tanrısal gözlemci ya da uzaydan gelen, kimsenin onu görmediği gelişmiş bir ırkın temsilcisi olmam gerekiyor. O zaman da yalan oluyor, bir kere ben böyle bir şeyi  hayal edemiyorum ki. O yüzden ben illa birinci tekil şahıstan yazacağım hissindeyim. Kitabı yazarken de aklıma şöyle bir şey geldi: Vedat Kurdel ve Tefo acemilikten dedektifliğin ustalığına doğru ilerlemişler, 2015'e gelmişler ve Vedat 2015'te 2004'teki anılarını anlatmaya başlamış. 2015'te yazan Vedat artık usta dedektif sayılabilir; tecrübe kazanmış, olayı çözmüş, meşhur olmuş vesaire. O havayla, o edayla anlatıyor olayları ama usta bir yazar değil. Ben de acemi bir yazarım ama benim Vedat'a göre avantajım ondan önce bir kitap daha yazmış olmam. O yüzden de önceki kitabımda kendi yaptığım acemilikleri, hataları Vedat'a aktarabildim. Böylece Vedat acemi bir yazar olarak başlıyor; dedektifliğindeki başarılarını anlatırken merhale merhale yazarlıkta da ustalaşıyor ve öğreniyor. Kitaplarımda başarmaya çalıştığım şeylerden bir tanesi de bu: Vedat'ın yazarlığındaki ustalaşmasını verebilmek.

-Kitaplarınızın enteresan bir tarafı da var. Sanki yapmak istediğiniz birçok şeyi yazdığınız romanlarda eritebiliyormuşsunuz, kitabın tanıdığı özgürlüğü bu anlamda kullanıyormuşsunuz gibi geliyor. Mesela bir yerde dekoruyla, sahnesiyle, repliğiyle bir tiyatro oyunu yazıyorsunuz; başka bir yerde 'kurt adam' ın etimolojik kökenini anlatıyorsunuz. Bunlar sahiden yapmak istediğiniz şeyler mi yoksa yazının gelişiyle mi alakalı?

-Gelişiyle alakalı. Benim şöyle bir tarzım var: Yazacağım romanların konularını yazmadan önce aşağı yukarı biliyorum ama nasıl olacağını bilmiyorum. Buna yazmaya başladıktan sonra karar veriyorum. Yani işte yazıyorum yazıyorum, sonra kurt adamla ilgili bir yer geliyor; kestirme yol yerine ben böyle gitmeyi tercih ediyorum, hoşuma gidiyor. Borges "Ben esasen sevdiğim insanlar hoşça vakit geçirsin diye yazıyorum " der. Benim de derdim aşağı yukarı bu aslında. Yani insanlar bunu okuyunca, belki biraz hoşuna gider, belki biraz gülümser, belki bir şeyler öğrenir. Katilin Meselesi'nde ben Hamlet yazayım diye düşünmedim hiç mesela, öyle gelişti yazarken.

-Sanki bir ince alaycılık da var kitaplarınızda, ben okurken birçok yerde gülümsüyorum. Mesela Katilin Meselesi'nde baştan sona kadar bir hayalet var, ben o hayaletin arkasında acaba ne çıkacak diye beklerken, o gerçekten bir hayalet çıkıyor, birçok yerde var böyle şeyler. Bundan bahseder misiniz biraz? 

-Sanatın birinci işlevi eğlendirmektir, ben buna çok inanıyorum. Burada eğlenmekten kastın ne olduğunu iyi anlamak gerekiyor, acıklı bir film izlerken oturup ağlamak da eğlenmektir. Sizin herhangi bir sanat eseri karşısında harcadığınız bir saati normal hayatınızda yapacağınız şeklin dışında; ağlayarak, sinirlenerek, gülerek geçirtebilmektir mesele, eğlence budur. Normalde burada böyle otururken, sizinle sohbet ederken yaşadığım hislerin haricinde ben burada kitabı açtığım zaman normalin dışında herhangi başka bir his yaşıyorsam sanat görevini yerine getirmiş demektir. Benim sevdiğim şey bu, yapmaya çalıştığım şey de bu aslında. Polisiyelerde yerleşmiş kurallar arasında bazı şeyler vardır, mesela cevapsız soru kalmayacak ya da katil dedektif çıkmayacak gibi. Mesela bir yazarın kanunları var polisiyeyle ilgili, adam 10 madde halinde yazmış bunları.  Hatta bir tanesinde diyor ki "Çinli karakter bulunmayacak!" Adam nasıl bıktıysa o zamanki oryantalizmden artık... Ben 1920'lerde yazıyor olsaydım bu kuralın üzerine kesin bir Çinli karakter koyardım kitabıma.

 Hayalet mevzusuna gelince, hayalet var ya da yok her şeyin cevabını bilmek zorunda değiliz, her şeyi bilmiyoruz da zaten. Tanrı var mı ya da yok mu hadi söyleyin. Bilmiyoruz. Var desen başka şey, yok desen başka şey ama sonuçta bilmiyoruz biz bunu. O hayalet Hamlet'te de var. Kimse Shakespeare'e soruyor mu kardeşim nereden çıktı bu hayalet, diye? Ben de istedim o hayalete bir şeyler bulmayı ama bu kadar gerçekliğin arasına bu denli kör gözüne gerçeklik de olmasın dedim yani. Çünkü sonuçta bir Hamlet hikayesi oynanıyor, nedir orada hayalet: Adamın vicdanıdır, şüpheleridir, yaşadığı sıkıntılardır vesaire. Okuyucu isterse onu bir sembol olarak kabul etsin, isterse gerçekten böyle bir hayalet varmış desin, o tamamen okuyucuya bağlı bir şey.

-Katilin Şeyi'nde Vedat Kurdel "Polisiye romanlarda katilin sonda çıkması hakaret kabul edilir" diye yazıyor, ardından ben tam katil baştaki karakterlerden birisi, diye düşünürken katil sonlarda çıkıveriyor. Bu da mı gerçekçiliği yakalamak istemenizle ilgili?

-Evet, özellikle orası öyle. Yani gerçek hayatta böyle bir şey yok ki, adam cinayeti işledi, kaçtı gitti; niye bir daha kendisini göstersin? Yok öyle bir şey. Katilin Şeyi'ndeki cinayet, biraz farklı bir cinayetler serisi. Orada, ilk soruşturmada, şurada burada katille karşılaşılması mümkün değil, adam cinayeti işleyip oraya niye gelsin? O yüzden önceden o adamın ortaya çıkması son derece saçmaydı yani. İşte diyorlar "Daha katili kapıda görür görmez tanıdım" E tanı tabii yani, çünkü benim derdim okura bir bulmaca çözdürmek değil, normal hayatta olabilecek bir şeyi anlatıyorum.

-Bir de tabi polisiye, özellikle ülkemizde, ne yazık ki edebiyattan sayılmıyor.Sayılan, sevilen bazı yazarları olmasına karşın çok da ön planda değil. Siz böyle bir dalda eserler veriyorsunuz. Nasıl bir şey bu?

-Hani çok şikayet edilir ya bizde kitap okunmuyor falan diye, biz hakikaten batılı anlamdaki edebiyat geleneği çok genç olan bir ülkeyiz bir kere. Batılı ülkelerin yüzlerce yıllık yazılı edebiyatının karşılığı bizde Türkiye Cumhuriyeti ömrüyle sınırlı aşağı yukarı. Ondan öncesi çoğunlukla saray edebiyatı, methiyeler, padişah kelleyi almasın diye yazılan şeyler. O yüzden de incelikli anlatımlara dikkat verilip iyice okunduktan sonra ortaya çıkan planlara aşina değiliz. Aşina olmadığımız için de bizim aslında derdimizi "Ali topu tut" seviyesinde anlattığımız durumlar var. Yani "Ben böyle bir edebiyat yapıyorum" diye oturup anlatmak zorundayım. Anlatamazsam kimse ilgilenmez, kimse de anlamaz.Evet, kafası çalışan, öğrenmeye niyetli ve iyi niyetle bakan okurlar var ama sayıları çok düşük.Yani ülkemizde bu kadar insan arasında iyi kitap okumayı bilen insan sayısı 1000 ile 2000 arasında.

-Son olarak aldığınız ödülü soracağım. Maktülün Şansı adlı romanınız 2014 yılının en iyi polisiye romanı seçildi. Etkisi ne oldu bu ödülün, faydası oldu mu? Ya da böyle ödüllerin yazara katkısı oluyor mu gerçekten Türkiye'de?

-Olmuyor. Sanmıyorum olduğunu, çünkü bana bir katkısı olmadı. Ha nedir, çok gurur verici bir şey.İşin manevi tarafı çok hoş sahiden, maddi tarafı ise yok gibi bir şey. Yani 2014 yılının en iyi polisiye romanı ödülü, kitabın 2014 yılında çıkan diğer kitaplardan daha fazla satmasını sağlamadı. Ha belki olur daha ileride bilemiyorum ama şimdilik olmadı öyle bir şey.

-Peki çok teşekkür ederiz bizi kırmayıp buralara kadar geldiğiniz ve bizimle sohbet ettiğiniz için.


 Tiyatro alanına odaklandığımız bu aylarda, bir kısa ara verip böylesine farklı ve kaliteli bir yazarla sohbet etmek istedik. Kendisine bizi kırmadığı için ve tabii çok samimi sohbetinden dolayı bir kez daha teşekkür ediyoruz. Umuyoruz ki en kısa zamanda hak ettiği okuyucu sayısına kavuşur ve olması gereken yerlere gelir. Bir sonraki röportajımızda görüşmek üzere...



Röportaj:Salim ECE
Fotoğraflar:Nadire BOZKÖYLÜ