Hepimizin tanıdığı, tanımak üzere olduğu, tanıdıktan sonra 'Ben nasıl kaçırdım?' diyeceği sevgili yazarımız(aynı zamanda çevirmen, grafik tasarımcı ve mütevazı bir ressam) Algan Sezgintüredi, 1968 Erzurum doğumlu olup İstanbul'da eğitimini ve oradaki yaşamını tamamladıktan sonra an itibariyle İzmir'de hayatına ve yazılarına devam etmekte, karakterlerine nefes vermektedir. Bizler de serin bir öğleden sonra soluğu İzmir'de, yazarımızla keyifli bir sohbette aldık.Sıcaklığının yanı sıra nazik bir içtenlikle kitapları,çevirileri, çevirinin zorluğu, edebiyat dünyasında polisiyenin yeri ve daha birçokları konusunda bizleri aydınlattı ve bizi kendisine hayran bıraktı. Kendisine teşekkür ediyor ve sizi sohbetimizle başbaşa bırakıyoruz.
-Yazarlığınızın yanında bir de çevirmenlik yönünüz var. Günümüz itibariyle 65 civarında kitap çevirmiş durumdasınız ve bir okuyucu olarak incelediğimde gayet başarılı bir çevirmen olduğunuzu da görüyorum. Nasıl başladınız çevirmenliğe?
-Çevirmenliğe işsiz kaldığım için başladım.Benim normalde esas mesleğim grafik tasarımcılık. Fakat ben bir 10-15 sene kendi mesleğimle uğraşmadım, daha çok başka işlerle uğraştım. Onlar da bir yerden sonra tabii kötü durumlara geldi ve öylece kaldım ortada, sanırım 38 yaşındaydım o zaman. O aralarda bir yazar arkadaşım,sen dil filan da biliyorsun kitap çeviremez misin, dedi.Deneyeyim, dedim.İşte öyle bir yayıneviyle bağlantı kurdu,verdiler çeviriyi sağ olsunlar, galiba başarılı da oldu. Öylece başlamış oldum çeviri işine,oradan da devam etti. Bir taraftan zaten yazıyordum.İkisi birbirine bayağı da fayda etti aslında. Yani yazmanın çeviriye, çevirinin de yazmaya çok faydası var.
-Nasıl katkı sağlıyor yazarlık ve çevirmenlik birbirine?
-İdman gibi bir şey aslında; özellikle çeviri, yazı için çok ciddi bir idman çünkü bir kere başka birilerinin,başka edebiyatçıların üsluplarını, kurgu tarzlarını, neyi nasıl yaptıklarını, nasıl anlattıklarını falan görüyorsunuz. Bunu kitabı okurken de görüyorsunuz tabii ki ama çeviri yaparken sonuçta bir bulmaca çözüyorsunuz orada, bir çözümleme yapıyorsunuz.Hani katmanlı okuma ya da satır aralarını okuma filan derler ya çeviride de yaptığınız iş aslında o.Hiçbir şey değilse bile ufkunuzu genişletiyor çeviri.Yazmanın çeviriye faydası ise şöyle; yazarken siz kendi dilinizi kullanmayı öğreniyorsunuz. Böylece başka dilde anlatılan ifadelerin, anlatım tarzlarının vesaire bizde nasıl karşılık bulduğunu görebiliyorsunuz. Sonuçta bunları doğru aktarabilmek ciddi bir iş ve kendi dilinize hakimiyetiniz,bilginiz,edebiyata hakimiyetiniz çok rol oynuyor.
-Ülkemizde ciddi derecede bir çevirmen problemi var bence. Sırf çevirisinin kötülüğü nedeniyle elimden bıraktığım çok kitap var, o yüzden rahatça söyleyebiliyorum bunu. Sizce nedir iyi bir çevirmen olmanın yolu?
-Evet, mesela kimi yazarlar çok güncel ve yerel yazıyorlar. Mesela bir İngiliz romanı Derbyshire'da geçiyor ve yazar öyle bir şey yazıyor ki ancak Derbyshire'da yaşayanlar anlayabiliyor.Orada olan yerel bir olaydan bahsediyor çünkü; anladığınız zaman çok komik ya da anlamlı tamam ama anlamıyorsun. Bu tip şeylere rastlanabiliyor. Ya da birden fazla anlama gelebilecek meseleler çıkıyor karşınıza. İşte böyle şeyleri yazara sorup "Burada ne demek istedin?" diye sorabilmek bir avantaj durumuna geliyor.Ben de yapabilirsem bunu yapmaya çalışıyorum. Dipnotlara da bundan dolayı çok önem veriyorum ben. Bu sebeple bana çok itiraz ettiler: Okumayı engelliyor ya da sıkıyor insanı, gibi. Ben de dedim ki lütfen okuyucuyu salak yerine koymayın. Cehalet başka bir şey öğrenmeye çalışmak bambaşka bir şey. Ben zaten oturup dipnotta izafiyet kuramını anlatmıyorum ki , işte 'derbi maçı' ndaki 'derbi' kelimesi nereden geliyor, onu iki satırla anlatıyorum sadece.
-Şimdi asıl derya deniz olduğunuz alana ,yani yazarlığınıza gelmek istiyorum. Yazmak nasıl başladı sizin için ve nasıl geldi buralara?

Daha sonraları Katilin Şeyi'ni ilk yazdığım zaman bastırmak için birkaç yayına gönderdim kabul edilmedi. NTV'de Adnan Bostancıoğlu var, eskiden beri tanıdığım bir ağabeyim, onun tavsiyesiyle ben kitabı Ömer Türkeş'e götürdüm. Ömer Türkeş'le buluştuk İzmir'de, dosyayı verdim,biraz konuştuk filan. "Tamam ben bunu okur sana dönerim" dedi. Sonra ayrıldık, ben tam gidiyorum,5-10 adım attım, arkamdan "Gel gel" filan dedi. Yani yürürken açıp okumaya başlamış kitabı, iyi bir okur çünkü adam. "Bu çok güzel bir kitap, sen merak etme ben bunu değerlendireceğim" dedi. Sonradan sağolsun onun tavsiyesiyle İthaki'de basıldı Katilin Şeyi. Sonra Katilin Meselesi'ni yazdım ve Versus Yayınları'na geçtim.
-Yazarlığınızla ilgili olarak, mesela ben bir kitabınızı ilk defa okuduğumda dedim ki "Algan Sezgintüredi bir fiilimsi ve ara söz ustası olmalı." Çünkü bir paragraf cümle var kimi yerlerde, fakat anlaşılıyor ve içerisine her şeyi sığdırabiliyor. Dili iyi kullanmak adına mı yapıyorsunuz bunu, yoksa sadece böyle yazmaktan hoşlandığınız için mi?
-Hepsi birden var aslında. Mesela beni gururlandıran şeylerden birisi kitaplarımı okuyanlardan dahi diyebileceğim, fizik, matematik alanlarında artık üstat hâline gelmiş arkadaşlarım bu tip cümlelerin çok ustaca ve anlaşılır olduğunu söylediler. Bu beni çok mutlu etti. Mesela uzun cümlelerden çok şikayet eden var benim kitaplarımda "Yahu Algan, başladık okumaya ama 10 sayfadan öteye gidemedik" diyen arkadaşlarım var. Böyle düşünmeyenlerin hepsi matematik, fizik bilenler. Çünkü, bu çok basit bir şey, uzun cümleyle uzun denklem arasında hiçbir fark yoktur. Cümle ne kadar uzun olursa olsun, eğer doğru kurulmuşsa, tıpkı bir denklemde olduğu gibi çözülebilir. Bu, kafanın o yönde çalışmasıyla, alışık olmasıyla, idmanıyla ilgili bir şey. Bir de tabii ben Fransızca eğitim aldığım için (Yazar, Saint Benoit Fransız Lisesi mezunudur) oradan da gelen bir şey var; çünkü Fransızcada uzun cümle ve cümle içerisinde cümleler kurmak çok yaygındır.
-Kitabınızın konusuna ve karakterlerine gelmek istiyorum biraz. Kitabın iki tane dedektif karakteri var: Vedat Kurdel ve Tefo. Siz kitabı 2005'te yazıyorsunuz fakat kitabı aslında Vedat Kurdel karakteri 2015 yılında anılarını anlatmak üzere kaleme alıyor.Neden böyle bir yol seçtiniz? Yani neden siz değil de Vedat Kurdel yazıyor kitabı?
Kitabı Vedat'ın yazmasına gelince, bir kere ben üçüncü tekil şahısla, dışarıdan bir anlatıcı gibi konu anlatmayı maalesef beceremiyorum, yapamadım şimdiye kadar bunu. Bana tuhaf geliyor, çünkü öyle yaptığım zaman ben bir gözlemciyim ve her şeyi biliyorum gibi oluyor. Bunun için de benim bir tanrısal gözlemci ya da uzaydan gelen, kimsenin onu görmediği gelişmiş bir ırkın temsilcisi olmam gerekiyor. O zaman da yalan oluyor, bir kere ben böyle bir şeyi hayal edemiyorum ki. O yüzden ben illa birinci tekil şahıstan yazacağım hissindeyim. Kitabı yazarken de aklıma şöyle bir şey geldi: Vedat Kurdel ve Tefo acemilikten dedektifliğin ustalığına doğru ilerlemişler, 2015'e gelmişler ve Vedat 2015'te 2004'teki anılarını anlatmaya başlamış. 2015'te yazan Vedat artık usta dedektif sayılabilir; tecrübe kazanmış, olayı çözmüş, meşhur olmuş vesaire. O havayla, o edayla anlatıyor olayları ama usta bir yazar değil. Ben de acemi bir yazarım ama benim Vedat'a göre avantajım ondan önce bir kitap daha yazmış olmam. O yüzden de önceki kitabımda kendi yaptığım acemilikleri, hataları Vedat'a aktarabildim. Böylece Vedat acemi bir yazar olarak başlıyor; dedektifliğindeki başarılarını anlatırken merhale merhale yazarlıkta da ustalaşıyor ve öğreniyor. Kitaplarımda başarmaya çalıştığım şeylerden bir tanesi de bu: Vedat'ın yazarlığındaki ustalaşmasını verebilmek.
-Gelişiyle alakalı. Benim şöyle bir tarzım var: Yazacağım romanların konularını yazmadan önce aşağı yukarı biliyorum ama nasıl olacağını bilmiyorum. Buna yazmaya başladıktan sonra karar veriyorum. Yani işte yazıyorum yazıyorum, sonra kurt adamla ilgili bir yer geliyor; kestirme yol yerine ben böyle gitmeyi tercih ediyorum, hoşuma gidiyor. Borges "Ben esasen sevdiğim insanlar hoşça vakit geçirsin diye yazıyorum " der. Benim de derdim aşağı yukarı bu aslında. Yani insanlar bunu okuyunca, belki biraz hoşuna gider, belki biraz gülümser, belki bir şeyler öğrenir. Katilin Meselesi'nde ben Hamlet yazayım diye düşünmedim hiç mesela, öyle gelişti yazarken.
-Sanki bir ince alaycılık da var kitaplarınızda, ben okurken birçok yerde gülümsüyorum. Mesela Katilin Meselesi'nde baştan sona kadar bir hayalet var, ben o hayaletin arkasında acaba ne çıkacak diye beklerken, o gerçekten bir hayalet çıkıyor, birçok yerde var böyle şeyler. Bundan bahseder misiniz biraz?
-Sanatın birinci işlevi eğlendirmektir, ben buna çok inanıyorum. Burada eğlenmekten kastın ne olduğunu iyi anlamak gerekiyor, acıklı bir film izlerken oturup ağlamak da eğlenmektir. Sizin herhangi bir sanat eseri karşısında harcadığınız bir saati normal hayatınızda yapacağınız şeklin dışında; ağlayarak, sinirlenerek, gülerek geçirtebilmektir mesele, eğlence budur. Normalde burada böyle otururken, sizinle sohbet ederken yaşadığım hislerin haricinde ben burada kitabı açtığım zaman normalin dışında herhangi başka bir his yaşıyorsam sanat görevini yerine getirmiş demektir. Benim sevdiğim şey bu, yapmaya çalıştığım şey de bu aslında. Polisiyelerde yerleşmiş kurallar arasında bazı şeyler vardır, mesela cevapsız soru kalmayacak ya da katil dedektif çıkmayacak gibi. Mesela bir yazarın kanunları var polisiyeyle ilgili, adam 10 madde halinde yazmış bunları. Hatta bir tanesinde diyor ki "Çinli karakter bulunmayacak!" Adam nasıl bıktıysa o zamanki oryantalizmden artık... Ben 1920'lerde yazıyor olsaydım bu kuralın üzerine kesin bir Çinli karakter koyardım kitabıma.
Hayalet mevzusuna gelince, hayalet var ya da yok her şeyin cevabını bilmek zorunda değiliz, her şeyi bilmiyoruz da zaten. Tanrı var mı ya da yok mu hadi söyleyin. Bilmiyoruz. Var desen başka şey, yok desen başka şey ama sonuçta bilmiyoruz biz bunu. O hayalet Hamlet'te de var. Kimse Shakespeare'e soruyor mu kardeşim nereden çıktı bu hayalet, diye? Ben de istedim o hayalete bir şeyler bulmayı ama bu kadar gerçekliğin arasına bu denli kör gözüne gerçeklik de olmasın dedim yani. Çünkü sonuçta bir Hamlet hikayesi oynanıyor, nedir orada hayalet: Adamın vicdanıdır, şüpheleridir, yaşadığı sıkıntılardır vesaire. Okuyucu isterse onu bir sembol olarak kabul etsin, isterse gerçekten böyle bir hayalet varmış desin, o tamamen okuyucuya bağlı bir şey.
-Katilin Şeyi'nde Vedat Kurdel "Polisiye romanlarda katilin sonda çıkması hakaret kabul edilir" diye yazıyor, ardından ben tam katil baştaki karakterlerden birisi, diye düşünürken katil sonlarda çıkıveriyor. Bu da mı gerçekçiliği yakalamak istemenizle ilgili?
-Evet, özellikle orası öyle. Yani gerçek hayatta böyle bir şey yok ki, adam cinayeti işledi, kaçtı gitti; niye bir daha kendisini göstersin? Yok öyle bir şey. Katilin Şeyi'ndeki cinayet, biraz farklı bir cinayetler serisi. Orada, ilk soruşturmada, şurada burada katille karşılaşılması mümkün değil, adam cinayeti işleyip oraya niye gelsin? O yüzden önceden o adamın ortaya çıkması son derece saçmaydı yani. İşte diyorlar "Daha katili kapıda görür görmez tanıdım" E tanı tabii yani, çünkü benim derdim okura bir bulmaca çözdürmek değil, normal hayatta olabilecek bir şeyi anlatıyorum.
-Bir de tabi polisiye, özellikle ülkemizde, ne yazık ki edebiyattan sayılmıyor.Sayılan, sevilen bazı yazarları olmasına karşın çok da ön planda değil. Siz böyle bir dalda eserler veriyorsunuz. Nasıl bir şey bu?
-Hani çok şikayet edilir ya bizde kitap okunmuyor falan diye, biz hakikaten batılı anlamdaki edebiyat geleneği çok genç olan bir ülkeyiz bir kere. Batılı ülkelerin yüzlerce yıllık yazılı edebiyatının karşılığı bizde Türkiye Cumhuriyeti ömrüyle sınırlı aşağı yukarı. Ondan öncesi çoğunlukla saray edebiyatı, methiyeler, padişah kelleyi almasın diye yazılan şeyler. O yüzden de incelikli anlatımlara dikkat verilip iyice okunduktan sonra ortaya çıkan planlara aşina değiliz. Aşina olmadığımız için de bizim aslında derdimizi "Ali topu tut" seviyesinde anlattığımız durumlar var. Yani "Ben böyle bir edebiyat yapıyorum" diye oturup anlatmak zorundayım. Anlatamazsam kimse ilgilenmez, kimse de anlamaz.Evet, kafası çalışan, öğrenmeye niyetli ve iyi niyetle bakan okurlar var ama sayıları çok düşük.Yani ülkemizde bu kadar insan arasında iyi kitap okumayı bilen insan sayısı 1000 ile 2000 arasında.
-Son olarak aldığınız ödülü soracağım. Maktülün Şansı adlı romanınız 2014 yılının en iyi polisiye romanı seçildi. Etkisi ne oldu bu ödülün, faydası oldu mu? Ya da böyle ödüllerin yazara katkısı oluyor mu gerçekten Türkiye'de?
-Olmuyor. Sanmıyorum olduğunu, çünkü bana bir katkısı olmadı. Ha nedir, çok gurur verici bir şey.İşin manevi tarafı çok hoş sahiden, maddi tarafı ise yok gibi bir şey. Yani 2014 yılının en iyi polisiye romanı ödülü, kitabın 2014 yılında çıkan diğer kitaplardan daha fazla satmasını sağlamadı. Ha belki olur daha ileride bilemiyorum ama şimdilik olmadı öyle bir şey.
-Peki çok teşekkür ederiz bizi kırmayıp buralara kadar geldiğiniz ve bizimle sohbet ettiğiniz için.
Röportaj:Salim ECE
Fotoğraflar:Nadire BOZKÖYLÜ
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder