26 Haziran 2015 Cuma

Dünyaca Ünlü Jeoloğumuz Prof. Dr. Celal ŞENGÖR ile Evrim Üzerine

  Hepinize yeniden merhaba sevgili Sarı Sokak Lambaları okuyucuları, söz verdiğim üzere Celal Şengör hocamızla yaptığımız röportajın "Evrim" konulu ikinci kısmını sizinle paylaşıyorum.

İlk röportajı okumak için buraya tıklayın.

  Bu röportajda uzun zamandır değinmek, okuyuculara aktarmak istediğimiz evrim meselesini Celal Şengör'e sorduk. Bunu yaparken, soruların en temel şekliyle olmasına gayret ettik ve sorularımızda toplumun kullandığı argümanları kullanmaya çalıştık.  Bilgilendirici ve merak uyandırıcı bir röportaj olmuştur umarız.

-Hocam ilk olarak en temel meseleden başlayarak bir soru sormak istiyorum; biz toplum olarak neden evrimle barışamıyoruz? 

-Cahil olduğumuz için. Bizim temel eğitimimiz yok, hiç yok. Yani ilkokul eğitimimiz yok, ortaokul eğitimimiz yok, lise eğitimimiz yok; bu eğitimler olmadığı için sen alman gereken coğrafya dersini alamıyorsun, bir biyoloji dersini alamıyorsun, bir jeoloji dersini alamıyorsun, bir astronomi dersini alamıyorsun, bir matematik dersini alamıyorsun, bunları alamayan adam evrimi anlayamaz. Değil mi? Evrim içinde ihtimal vardır matematik lazım, efendime söyleyeyim, şimdi biz konuşuyoruz "Hayat dışarıdan gelmiş olabilir mi?" diye, biraz astronomi bilmen lazım Dünya'nın etrafında ne olduğunu anlamak için, evrim bir çevre içerisinde cereyan ediyor jeoloji bilmen lazım,  coğrafya bilmen lazım ki ortamları tanıyasın Dünya'da ve bir de tabii biyoloji bilmen lazım. Bunların hiçbirisi olmadığı için... Yani biz depremle niye başa çıkamıyorsak evrimi de o yüzden anlayamıyoruz. Bir de bu kadar cahil olduğumuz için biz masal dinlemeye çok meyilliyiz, yani masal dinleyince mutlu oluyoruz. İşte senin hiç çalışmana lüzum yok, Allah seni korur, işte üç çocuğun, beş çocuğun ,on çocuğun olsun aman merak etme Allah senin rızkını verir... E tabii böyle aptalca şeyler düşünen bir adam evrimi anlayamaz. Anlamak da istemez, işine gelmiyor çünkü. Yani evrim acımasız bir şey. Dawkins biliyorsunuz  "Evrim acımasız bir şey, ama biz insanların aklı var. Dolayısıyla evrimde kötü durumda kalmış hayvan veya diğer insanlara yardım etmeliyiz." diyor. Yani evrim bunu böyle getirdi diye bir tane de bizim vurmamız şart değil, diyor. Ona yardımcı olmalıyız, diyor; fakat bunları anlayabilmek için genel bilim kültürü almış olman lazım. Bu yok Türkiye'de, hiç yok.

-Hiç mi olmadı peki?

-Hiç olmamış hayır, hiç olmamış. Yani Atatürk'ün büyük çabası bunu yerleştirmekti. Onun için Almanları getirdi, onu getirdi, bunu getirdi filan ama adamın on beş senesi vardı yahu, on beş sene sonra öldü adam. On beş sene yönetebildi Türkiye'yi, e on beş senede de yapılacak tonla iş var; işte sanayi getirilecek, demir yolları yapılacak, alfabe değişecek, değil mi, yani o saçma sapan yazdığı okunamayan alfabeyle... En iyi tahsil görmüş adam bile ,daha önce duymadığı bir kelimeyse, yazdın mı okuyamıyor. Yani bu sıkıntıların olduğu bir yerde tabii evrimin anlaşılması mümkün değil.

-Siyaset Meydanı'nda iki tane ilahiyatçımızla yayına çıktınız, ben bu yayını izledikten sonra bir şeyi çok merak ettim: Genelde bilimden gelen insanlarla ilahiyatçılar bir araya gelmezler, çünkü bu hususta karşı tarafın bilimsel olmayan fikirlerine meşruiyet kazandırmak istemezler; ama siz çıktınız, neden?

-Ben tabii çıkarım, gayet basit, şimdi benim niyetim toplumumu eğitmek, adamın ne kadar zırva konuştuğunu göstermen lazım. Bırak konuşsun, senin göstermene gerek kalmıyor zaten o kendini ele veriyor. Dolayısıyla onlara fırsat vermek lazım, bırak konuşsunlar. Ve ben ondan sonra, ekşi sözlükte, orada, burada filan reaksiyonlara baktım; o tartışmanın galibi benim milletin gözünde. Anlatabiliyor muyum, işte bunu sağlamak lazım.

-Yani faydası olduğunu düşünüyorsunuz?

-Tabii, kesinlikle. Ben o programdan sonra ilahiyat öğrencileriyle uzun uzun oturdum dışarıda, lak lak ettim. Bunu yapmak lazım. Yani adama "Sen bilmiyorsun, git oradan." dememek lazım.

-Size göre İslam dini bilimin önünde mi duruyor?

-Müslümanlık bilimle son zamanlara kadar hiç çatışmamış. Şimdi cehalet var. Yani kardeşim Müslümanlık öyle bir hâle geldi ki Müslümanlıkla alakası kalmadı. Miladın on birinci yüzyılına kadar Müslümanlara bakıyorsun; Avrupalılardan çok daha medeniler, çok daha ciddi bilim yapıyorlar,önemli keşifler yapıyorlar, kitaplar yazıyorlar filan. Avrupa'daki Rönesans'ı mümkün kılan Müslüman Literatürü'dür ve Müslüman Medeniyeti dediğimiz medeniyet Avrupa Medeniyeti'nin bir parçasıdır, ayrı düşünülemez. Yani Yunan Medeniyeti, Müslüman Medeniyeti'ne el vermiştir; Müslüman Medeniyeti, Rönesans ile Avrupa'ya el vermiştir, birbirinin devamıdır bunlar. Fakat Müslümanlık o kadar geri kalmış ki... Bunun sebebi de Türk-Moğol istilalarıdır. Yani mahvetmişler. Ne cemiyet kalmış ne bir şey kalmış. Çünkü Müslümanların gözlem evleri var, akademileri var, kitaplıkları var falan. Düşün, Hülagü Bağdat'a bir geliyor, diyorlar ki Dicle üç gün siyah aktı mürekkepten, bütün kütüphaneleri döktürmüş herif ne lüzum var bunlara diye. Cengiz Han, biliyorsun, Çinlilere öyle hakaret edermiş "Bunlar kitap yazıp şehirde oturan herifler." dermiş. Dolayısıyla Müslümanlık'ın bugünkü sıkıntısı cehalet; kendi yaptıklarını bilmiyorlar, Müslümanlık tarihini bilmiyor bu herifler. Zavallı Fuat Sezgin yırtınıyor ama Fuat Sezgin'i dinleyen yok.

-Evrime yeniden dönmek istiyorum hocam. Çok genel bir soru soracağım, birçoklarının kafasını kurcalayan bir soru bu: Evrim mekanizması nasıl çalışır? 

-Çok basit. Evrim mekanizması, herhangi bir canlının içerisinde meydana gelen bir mutasyonun, yani küçücük bir değişikliğin, o canlının çevresinden bu değişikliği geçirmeyen diğer canlılara göre daha kolay istifade etmesi ve bu kolaylığı kendi çocuklarına geçirerek ötekilere üstünlük sağlamasıyla oluşuyor. Dolayısıyla ötekiler bu grupla aynı çevre içinde yaşadıkları için, bu grup eğer çevreden daha iyi faydalanıyorsa, ötekiler zamanla çevreden faydalanamamaya başlıyorlar ve dolayısıyla ortadan kalkıyorlar, bu birincisi. İkincisi ise talihsizlik. Dinozorların ortadan kalkışını düşün; dinozorlar çevreye fevkalade uyum sağlamış, muazzam bir çeşitlilik gösteren bir grup. Gök taşı bir çakıyor, nereden bilsin hayvan, buna uyum sağlayamaz ki, değil mi, dinozorlar gidiyor, bütün büyük sürüngenler gidiyor, bir anda kayboluyorlar. Böylece bize ortam açılıyor. Şans, tamamen şans. Onun için mesela Engels, Charles Lyell'e çok kızıyor Dialektik der Natur'da. İşte diyor "Sen her şeyi şansa bağlıyorsun, bu böyle olamaz. Her şeyin kanunu kuralı olmalı." ve Marx, Darwin'in kitabı için "Bu, insanlık için bir hicviyedir." diyor.

-Cansızlıktan canlılığa nasıl geçildiği de çok merak edilen bir konu. Bu nasıl oldu?

-Yani bunun nasıl geçildiği 1950'lerde ortaya çıkarıldı, değil mi, Miller-Urey deneyiyle bir kabın içerisinde canlı malzemesi (bir takım moleküller) koyarak ortaya çıkartıldı bu. Bir kere canlı dediğinde canlının tanımı nedir? Mesela virüs canlı mı değil mi? Kendi başına düşünen bilgisayar canlı mı değil mi? Her şey tanıma bağlı yahu. Mesela ilk organik moleküle nasıl geçildi? Ya da ilk organik molekülden aminoasite nasıl geçildi? Bunların hepsini yapmak, sentezlemek mümkün, tabiat da böyle yapmış.

Archaeopteryx
-Bir de çok sevilen, toplum olarak bayıldığımız bir mesele var: Ara form.

-Mesela dinozorlar nedir? Bütün bir dinozor süper sınıfı ara geçiştir. Şimdi mesela Archaeopteryx'i ele alalım, nedir Archaeopteryx? Biraz kuş biraz sürüngen. Yani kuş desen dişleri var yahu, bir de eşek gibi bir kuyruk var.

  Ara tür meselesinde asıl sorun şuradan kaynaklanıyor: Herkesin kafasında A türü > Ara tür> B türü gibi bir şema var. Bu şunu gösteriyor, siz bir düz çizgi gibi bir şey düşünüyorsunuz ve bu çizginin üzerinde belirli duraklar olduğunu varsayıyorsunuz. İşin doğrusu evrim bir sürü dalda oluyor. Pek çok paralel çizgi belirli ortamlara uyabilmek için aynı zamanlarda değişik evrim etaplarındalar. Mesela su samuru ve dev nehir samuru aynı aileden olmalarına rağmen birisinin ayağında perde yokken diğerininkinde var ve bunlar aynı anda yaşıyorlar.

-"İnsana gelince evrim durdu." şeklinde bir iddia var,hatta evrimin teorisini çürütmek(!) adına da çok kullanılıyor, doğru olmadığı aşikar, fakat ben yine de size sormak istiyorum.

-Şimdi insan deyince bir sürü tür var, floresiensis var, neanderthalensis var, erectus var, bunların hepsi var, niye dursun evrim? Biz tesadüfen son oyuncuyuz, bizden sonrası da gelecek çok yakında. Tabii, bizden çok daha zekisi çıkacak filan. Yalnız bizim şöyle bir yaptığımız iş var: Biz ortama müdahale etmeye başladık, biz çeşitli nedenlerle başarısız olması gerekenleri de başarılı hale getirdik. Dolayısıyla evrim yön değiştirdi bizde, yani artık eskisi gibi hızlı koşamayanı filan elemiyor evrim; bunun yerine belki de ileride aptalları elemeye başlayacak, zekaya göre bir eleme olacak. Daha insan çok yeni yahu, daha son yüz bin senedir varız, daha neler olacak ve oluyor da aslında. Mesela biz zencilerle farklıyız, zenciler bizlerden daha kolay doğurabiliyorlar; çünkü adamların kalça kemik yapıları değişik.


 Celal Şengör röportajlarının böylece sonuna geliyoruz sevgili okuyucular. "Evrim" temalı bu röportajımızın sizlerde ufak da olsa bir merak duygusu yaratması, araştırma isteği doğurması en büyük temennimiz. Röportajın mecburen kısıtlı kaldığının bilincindeyiz, bu sebeple, evrim konusuyla ilgilenen, araştırmak isteyen okuyucularımıza daha çok yardımcı olabilmek adına aşağıda bazı faydalı bağlantılar paylaşacağım.

Diğer röportajlarımızda görüşmek üzere, hoşçakalın.

1-)Celal Şengör'ün "Ara Form" temalı sunumu indirmek için tıklayınız (Kendisinden bizzat aldık, muhtemelen başka yerde yok.)
2-)Evrim Konusunda A'dan Z'ye bilgi sahibi olabileceğiniz, herkesin anlayabileceği bir kaynak: Evrim Ağacı için tıklayınız
3-)Röportajımız içinde geçen Miller-Urey deneyinin içeriğini öğrenmek için tıklayınız
4-)Yine röpörtajımız içerisinde geçen, Celal Şengör'ün ilahiyatçılarla çıktığı Siyaset Meydanı programı için tıklayınız
5-)Celal Şengör'ün evrim temalı bir videosu için tıklayınız

Röportaj: Salim ECE & Merve PEKER
Fotoğraflar: Merve PEKER

9 Haziran 2015 Salı

Dünyaca Ünlü Jeoloğumuz Prof. Dr. Celal ŞENGÖR ile Deprem Üzerine

  Sarı Sokak Lambaları'nın amacı, bu blogu kurmak fikri aklımda ilk canlandığı günden beri hep, değer görmeye layık insanların bilinmesi; fikirlerinin, görüşlerinin anlaşılıp hak ettikleri kıymete ulaşmasıydı. Bu amaca uygun olarak geçtiğimiz aylar içerisinde, Şehir Tiyatrolarının da 100. yılı olması sebebiyle, genel olarak tiyatro ve tiyatrocular üzerinde durduk. Bu yazıya başlarken ilk olarak röportajlara gösterdiğiniz büyük ilgiye teşekkür etmek istiyorum. İstisnasız hepsi, siz değerli okuyucular tarafından büyük takdir gördüler ve inanıyoruz ki ciddi bir farkındalık yarattılar. Önümüzdeki günlerde Haldun Dormen, Semih Sergen ve Cüneyt Arkın röportajlarının siz okuyucularımıza sunulacağının da müjdesini verelim. 

  Bugünkü röportajımız bilimsel bir röportaj, sorularımızın muhatabı ise Türkiye'nin ve dünyanın en önde gelen jeologlarından Prof. Dr. Celal Şengör. İTÜ Maden Mühendisliği'nde kürsüsü bulunan Şengör, Avrupa Bilimler Akademisi ve Amerikan Bilimler Akademisi'nin ilk, Rus Bilimler Akademisi'nin de Fuat Köprülü'den sonra ikinci Türk üyesi. İki adet şeref doktorası, uluslararası alanda otuz bir adet şeref payesi ve ödül, College de France'da profesörlük gibi pek çok ünvanın ve ödülün de sahibi.Hocamıza ulaştığımızda ve düşüncemizi bildirdiğimizde bizi hiç kırmayıp evine davet etti ve otuz bin kitaplık meşhur kütüphanesinde beraberce "Deprem" ve "Evrim" temalı iki ayrı sohbet gerçekleştirdik. Birazdan okuyacak olduğunuz "Deprem" temalı, ilk röportajımızdır.
  



-Hocam "Deprem doğanın kendisini en görkemli şekilde gösterme şeklidir; buna kızılmaz, ancak izlenir." demişsiniz.

-Evet, değil mi? Yani düşün ki bir depremin açığa çıkardığı enerji yüzlerce, binlerce atom bombasının enerjisine eşit. Muazzam bir şey! Bütün yer kabuğu hareket ediyor hem de gözünün önünde. Birkaç saniye içerisinde beş metre gidiyor, Sumatra'da on beş metre yükseldi. Muhteşem bir olay yani.Buna bağlı, denizin içerisinde olduğu zaman bazen tsunami oluyor, hatırlıyorsunuz 2004 tsunamisini, darmadağın etti Hint Okyanusu'nun etrafını. Yani muhteşem bir şey. Ben hayranlıkla izliyorum her deprem olduğunda. Bilhassa, bizim İzmit Depremi olduğu zaman biz araziye gittik tabii depremden sonra, yani ders kitaplıktı, o kadar güzel. 

-Kolay oluyor mu hocam böyle bakmak? Yani deprem kendi içerisinde böyle bir gücü barındırıyor olabilir ama insanlar ölüyor sonuçta.

-Yani insanların ölmesi doğa olaylarında sık karşılaşılan bir şey. Heyelanlarda oluyor, volkan patlamalarında oluyor, salgın hastalıklarda oluyor değil mi , bunlar doğal olaylar. Ama her gün önünüzde yüz binlerce hayvan ölüyor, her gün kaç tane böceğin üzerine basıyorsun sen farkında olmadan. Eve gidince kötü hissediyor musun kendini? Aynı şey. 

-Bu insanın kendisini üstün görmesiyle ilgili galiba.

-Yani biz kendimizi bir şey zannediyoruz. İşte "İnsan hayatı çok önemlidir." filan. Niye yahu kardeşim? Yani insan hayatı hakikaten çok önemlidir; ancak o hayata sahip insan bir şey katıyorsa insanlığa, tabiatı anlamamıza yardımcı oluyorsa. Yani bir Einstein'ın ölümü büyük bir felakettir, efendim, bir Darwin'in ölümü büyük bir felakettir. Çünkü o muhteşem kafa ortadan kayboluyor, o zaman kahroluyor insan. Ama yani gündelik hayatı yiyip içip seks yapmaktan ibaret olanlar; sokaktaki köpeğe ne oluyorsa ona da o oluyor. "Ya vah vah" diyorsun, çoluğu çocuğu biraz üzülüyor, ondan sonra onlar da unutuyor. Ya beni en çok insan ölümlerinde üzen her zaman geride kalan küçük çocuklar. O büyük facia, o çok büyük bir facia , çocuğun hayatı derinden etkileniyor, bazen pozitif etkileniyor, kendi başına bir şeyler yapmayı öğreniyor; bazen de çok negatif etkileniyor, bakıyorsun ömür boyu o yarayı taşıyor çocuk. Bu çok korkunç bir şey; ama öteki türlü insan ölümünün benim için hiçbir özel tarafı yok.

-Siz daha çok depremin güzelliğiyle ilgileniyorsunuz o zaman.

-Aa, o muhteşem bir olay. Hatta Neşe Düzel benimle bir kere bir röportaj yaptıydı, İzmit Depremi için "Çok yakışıklı bir deprem." dedim. Neşe bunu yayımladı, Taraf'ta yayımladı yanılmıyorsam, Neşe'ye e-mailler geliyor "Senin ellerin kırılsın." diye. Neşe beni arıyor "Yahu bana niye küfrediyorlar, sen söyledin." diyor bana (gülüyor). Yani hakikaten çok güzel bir depremdi.Anlatmam mümkün değil, dedim ya size, ders kitaplıktı. Yani araziye gittiğiniz zaman o meydana gelen yapılara bakıyorsunuz, işte bizim öğrencilere öğretmeye çalıştığımız, hepsi vardı yahu, muhteşemdi.

-Peki hocam, benim ve eminim pek çok kişinin de merak ettiği bir husus var: İstanbul'da ne zaman bir deprem bekliyoruz?

-Bunu bilemeyiz. Şöyle söyleyeyim size. Bir yay düşün, ağır bir tuğlaya bağlı olsun; çek çek çek, birdenbire tuğla bir müddet gider ondan sonra tekrar durur, sen çekmeye devam edersen tekrar gider tuğla. Bu tuğlanın ne zaman gideceğini bilmiyoruz. Şimdi, kabaca, ama çok kabaca, 250 yılda bir İstanbul'da deprem oluyor. Bu, Kuzey Anadolu Fayı'nın Marma Denizi altındaki branşının kırılmasıyla ilgili. Şimdi bunun tam ne zaman olacağını bilmememizin sebebi, bunun bir kırık olayı olması. Mesela sen arabanda gidiyorsun, bir taş geliyor ve ön camı çatlatıyor; o cam ne şekilde çatlar bilmiyorsun, değil mi, herkesin camı başka çatlıyor. Hepsinde benzer bir görünüm var; işte radyal, yan taraflara dağılıyor çatlaklar ama herkesin çatlağı değişik. Dolayısıyla kayaların içerisinde de böyle. Çatlak oluşumu son derece karmaşık, kaotik bir olay. Kaotik olay biliyorsunuz deterministtir; fakat çok karmaşık olduğu için önceden kestiremiyoruz. Siz mesela Lorenz'in Su Değirmeni'ni biliyor musunuz, hiç duydunuz mu? Lorenz'in su değirmeni şöyle: Bir değirmen düşünün, bunun etrafında kaplar var, bu kaplara su dolduruyorsunuz fakat kapların altı delik. Şimdi bir müddet dolduruyorsunuz, bir taraftan su kaybediyor, belli bir yöne doğru dönmeye başlıyor; giderek hızlanıyor, ondan sonra öyle bir hıza ulaşıyor ki kap yeteri kadar hızlı boşalamıyor, birdenbire tersine dönmeye başlıyor. Ne zaman tersine dönmeye başlayacak bunu kestiremiyorsunuz. Bu Edward Lorenz'in verdiği örneklerden birisidir. Lorenz bunu, millete hava olaylarını anlatabilmek için vermiştir. Meteorolojik olaylar da tamamen kaotiktir.

-Ben bu soruyu şunun için de sordum hocam aslında; sizin İstanbul'da 2000 yılından itibaren 50 sene içerisinde %70 itibariyle bir deprem olacağına dair bir ifadeniz var.

- %67. Yani %67 ihtimalle 7'den büyük bir deprem olacak 2000'den itibaren 50 sene içerisinde. Ama %67 olacak demek, değil mi, %33 ihtimalle de olmayacak demek, yani onu da unutmamak gerek.

-Fakat yine de çok büyük bir oran.

-Evet çok büyük bir oran. Tarihte de hep olmuş, eninde sonunda olacak yani, o kaçınılmaz. Dolayısıyla şehri buna hazırlamanız lazım.

-Peki biz hazır mıyız sizce? Marmara Depremi'nden sonra bir şeyler değişti mi?

-Sanmıyorum. Neden sanmadığımı söyleyeyim, bir örnek vereyim; bundan bir kaç sene evvel, Mehmet Ali Birand henüz hayattayken, beni bir televizyon programına çağırdı. Televizyon programına, TBMM Deprem Komisyonu başkanı bağlandı. Bu, AKP'li bir zat. Biz de gazeteler de okuduyduk, bu zat demiş ki: "Ben Japonların raporunu gördüm, dudağım uçukladı,ne kadar büyük bir tehlike!" E, yani, bu 2000 senesinde biliniyordu, arkadaşın 2007'lere, 2008'lere kadar beklemesine lüzum yoktu dudağının uçuklaması için. Sonra, Japonların yazdığı raporlar bizim araştırmalarımıza dayanıyor, Japonlar gelip özel araştırma yapmadılar ki; adamlar buradaki araştırmaları topladılar , baktılar ciddi bir tehlike var. Depremden sonra Marmara Denizi dünyanın en iyi bilinen denizlerinden bir tanesi hâline geldi. Bu araştırmalarda bütün parayı, yanılmıyorsam bir 48 bin lira hariç, bütün parayı Avrupa verdi. Türkiye'nin katkısı sıfır yahu, hiç yok. Yani bilimsel katkı olarak da iki tane üniversite bu işi yapıyor: Mühendislik kısmını Boğaziçi yapıyor, jeoloji kısmını İTÜ yapıyor, bu kadar. Böyle bir şey düşünebiliyor musunuz yahu? Dolayısıyla o adamcağızın söylediklerinden yola çıkarak ben kendisinin yüzüne de söyledim dedim ki: "Kardeşim, böyle bir cehaletle ülke yönelitmez." "Siz bana cahil diyemezsiniz." dedi. E, ne diyeyim, "Hadi bilgisiz diyeyim." dedim.

-Son zamanlarda olası bir İstanbul depremiyle ilgili en çok endişe duyulan konuların başında Marmaray geliyor. Siz bildiğim kadarıyla zemin etüdünde yer aldınız. Marmaray dayanıklı mı depreme?

-Evet. Beni bu işi karıştıran da sizin okulunuzda, Kandilli'de çalışan, Mustafa Erdik'tir. Mustafa bana "Bir fizibilite raporu yazar mısın?" dedi, "Tabii, yazarım." dedim. Tabii Mustafa'nın mühendis olarak ilgilendiği şu: Marmara üzerinde faal fay var mı? Ben de yaptım etüdü verdim, "Yok böyle bir şey." dedim. Altı da çamur zaten, mühendislik olarak burada yapılabilir,  emniyet açısından belki daha başka yerlerde yapılacaklardan daha maliyetli olabilir ama, yapılabilir raporu verdim. O da tamam dedi. Ondan sonra Japonlarla filan ortak bir sürü çalışmalar yapıldı. Yani o konuda ben Mustafa'ya güvenirim; eğer Mustafa "Buna bir şey olmaz." diyorsa olmaz.

-Bir de Adalar konusu var tabii. Olası bir depremde Adalar'ın çok büyük bir hasara uğrayacağı söyleniyor.

-Evet, çünkü adaylar hemen fay hattının omzunda duruyorlar. Burada olacak bir depreme en yakın yerleşim yerleri adalarda; dolayısıyla burada çok sallanacaklar, çok büyük ivmeler olacak ve dolayısıyla bu, adaya büyük zararlar verir. E o zaman orada ev yaparken dikkatli yapmanız lazım; oradaki evi güçlendirirken ona göre güçlendirmeniz lazım. Yani Adalar'da yaşayarak burnu bile kanamadan depremi atlatmak mümkün; ama ona göre tedbir almak lazım, ne kadar ivme olacak, ne olacak bilmek lazım.

  Bakın, bu kadar röportaj filan yaptılar benimle televizyonlarda, gazetelerde filan, bir kişi, sadece bir kişi bana ivmeleri sordu: Süleyman Demirel. Niye? Çünkü Süleyman Demirel mühendis ve iyi bir mühendis. Yani hiç unutmuyorum beni çağırdı, gittim, konuşuyoruz işte ben anlattım jeolojisini filan tam deprem çözümlerini koyacağım "Onları bırak." dedi, "İvmeleri yaz." Biz de iyi ki bir hafta evvelden filan yapmıştık, "Hatırladıklarımı yazayım sayın cumhurbaşkanım" dedim. Baktı, "Bu iş fena." dedi. "Evet, sayın cumhurbaşkanım. Bir felaket!" dedim.

-Denizde doldurulan alanlar ne olacak peki depremde?

-Vallahi hayatım, denizde doldurulan alanların istikbali hoş değil. Çünkü altı dolgu olan her yerde frekans büyüyor. E, frekans büyüdükçe altına vurma ihtimali daha çok artıyor. Dolayısıyla buralar büyük zarar görecek, kesin. Tabii dolgu olsun, yapay dolgu olsun, çok büyük zarar görecek.

-Hocam, olası bir depremin yol açacağı can ve mal kaybının hesabı da yapıldı bildiğim kadarıyla. Ne kadar bir hasarla karşılaşacağız?

-Evet yapıldıydı, 50 milyar dolar telaffuz edildiydi Aykut Barka tarafından. Ben o zaman dediydim, bunu ikiyle çarpın, çok daha fazla olacağından eminim ben. Çünkü deprem olacak, deprem olduktan sonra yangınlar olacak, yangınlardan sonra yağma olacak, millet birbirini öldürecek, kimse yiyecek bulamayacak. Şehirden kaçmayı düşünebiliyor musunuz siz? Normal bir zamanda karşıya geçmem benim iki saat sürüyor. Bir de depremi düşünün. Trafiğin ne hâle gelebileceğini düşünebiliyor musunuz?

-Biz de bunu konuşuyorduk, Marmara Depremi sırasında deprem bölgelerine İstanbul'dan çok fazla yardım geldi filan ama olası bir depremde çevre illerin İstanbul'a yardım etmesi imkansıza yakın herhalde.

- Tabii yahu nasıl ulaşacaksın? Ulaşacağın tek yer var: Deniz. Denizden ulaşmanın yolu da müteharrik yani hareketli iskeleler yapmak. Yok böyle bir şey, böyle bir teşebbüs görmüyorum ben. Yani deprem olduğu takdirde bir yerden müteharrik iskelelerin gelip derhal belirli yerlere bağlanıp oradan şehri beslemeye başlamaları lazım. Öyle bir durumda da iskelede olman lazım malı alabilmek için. Nişantaşı'nda oturuyorsan nasıl alacaksın? Nasıl ulaşılacak oraya? Korkunç bir şey yahu! Yani İstanbul'un içinden bir sürü doğal gaz borusu geçiyor, e bu doğal gaz boruları alev fıskiyelerine dönecekler. İstediğin kadar gazı kapat sen, içinde hâlâ gaz var onun. Northridge Depremi'ni hatırlıyor musunuz siz? 90'lı yıllarda oldu California'da, alev fıskiyeleri hâlinde çıkıyordu doğal gaz boruları patladığı zaman, öyle olacak İstanbul. Düşün, yassı olmuş bir binanın içerisinde kurtulmuşsun, altından alev geliyor, tost makinesinde gibisin. Korkunç bir şey yahu! Ben bir kere dediydim, Türkiye'nin bağımsızlığı dahi tehlikeye girecek; çünkü altından bizim tek başına kalkmamız mümkün değil. Adamlar diyecek ki "Evet, yardım ederiz ama karşılığında biz de şunlara şunlara müdahale ederiz." Mesela düşün, "İstanbul kültür varlıklarından tahrip olanlar var, bunların restore edilmesi lazım." diyeceksin, adam "Sana parayı vermem çünkü bir kere verdik yok ettin." diyecek, değil mi, İzmit'te verilen paralar nereye gitti belli değil. Diyecekler ki "Biz kendimiz gelir yaparız." Ee, adam bir kere buraya girdi mi çıkmaz.

-Son olarak sormak istediğim soru: Bu düzeltilebilir mi sizce? 

-Tabii. Her an düzeltilebilir. Aklı başında bir yönetim anında düzeltir.

-Nasıl? Sadece binaları düzelterek mi?

-Hayır hayır, bir plân yaparak. Şimdi şöyle düşünün, deprem bu akşam olabilir, o zaman yapacak hiçbir şey yok;  deprem elli sene sonra olabilir, o zaman yapacak çok şey var. O zaman dersin ki benim önceliklerim şunlar, yani benim önceliğim nedir: Deprem çok yakın zamanda olursa halkı nasıl besleyeceğim, evi barkı yıkılan insanları nasıl yerleştireceğim, nerelere yerleştireceğim, bunların istikbali ne olacak, hastaneleri ne yapacağım, müteharrik hastaneler nerelere gelecekler gibi. Bunlar yapılırsa her an düzeltilebilir durum.


Evet sevgili okuyucular, Prof. Dr. Celal Şengör ile ilk röportajımızı böylece noktaladık. Bir diğer röportajımız "Evrim" konulu olacaktır. Sıradaki röportajımızda görüşmek dileğiyle. Bu arada aşağıda belki merak edeceğinizi düşündüğüm Lorenz Değirmeni'ni paylaşıyorum. Özellikle 6.11'den sonra izleyebilirsiniz.



Röportaj: Salim ECE & Merve PEKER
Fotoğraflar: Merve PEKER