29 Ekim 2015 Perşembe

Bakırköy Belediye Tiyatroları'nın Seçilmiş İlk Genel Sanat Yönetmeni Alican Yücesoy Röportajı

  Tiyatro benim için hep ayrı, hep başka bir sanat olmuştur. Diğer altı sanat bir yana; tiyatro, izlerken hep başka türlü heyecanlara gark etmiştir beni. Eminim ki pek çok tiyatro sever için de bu böyledir. Maalesef ülkemizde tiyatronun hâli hepinizce malum. Özel tiyatroların ödenekleri bir bir kesilirken kurum tiyatrolarının eli kolu bağlanıyor ve her nevi tiyatroya vergi üzerine vergi bindiriliyor. Zaman geliyor, tiyatrocular sahnelerinden koparılıyor ve işsiz bırakılıyor. İktidar mücadelesinden, sosyal çalkantılardan nasibini ilk alan her zaman tiyatro oluyor. Sansür, baskı, yıldırma politikaları yetmiyormuş gibi bir de seyircinin ilgisizliğine maruz kalıyor. Yani tiyatroyla ilgili ne varsa hep üzücü şu sıralar...

  Bütün bunlara rağmen, ilgililerin hatırlayacağı gibi, geçtiğimiz sezon sonunda Bakırköy Belediye Tiyatroları'nda çok sevindirici gelişmeler yaşandı. 59 oyuncunun sözleşmelerinin askıya alınmasıyla ve sezonun ilgi çeken oyunlarının programdan kaldırılmasıyla tepki toplayan Bakırköy Belediye Tiyatroları'na yine BBT'nin duyarlı tiyatrocuları el attı ve bu gidişata bir "Dur!" dedi. Bir tiyatro devrimiyle BBT'nin kaderini eline alan bu değerli oyuncular, en sonunda istedikleri genel sanat yönetmenliği seçimini elde etmeyi başardılar.

  Bu sürecin bayraktarları arasında; seçim sonucunda "Bakırköy Belediye Tiyatrosu Genel Sanat Yönetmeni" ünvanını elde eden, hepinizin yakından tanıdığı başarılı sanatçı Alican Yücesoy da var. Sarı Sokak Lambaları olarak biz de süreç hakkında daha iyi bilgi sahibi olabilmek ve bu değerli sanatçıya sorularımızı yöneltmek için kalktık ve Bakırköy Belediye Tiyatroları'na gittik. Son derece doyurucu bir sohbet gerçekleştirdik ve bunun sonucunda güzel bir röportaj çıktı ortaya. Umarım sizi de tatmin eden bir röportaj olmuştur. İyi okumalar!!

-Konservatuvarla aynı zamanda Bakırköy Belediye Tiyatroları'na da giriyorsunuz. Hatta tiyatroya girişiniz daha önce galiba. Nasıl oldu da bu ikisi beraber olabildi?

-Aralarında böyle bir aylık filan bir zaman olması lazım aşağı yukarı.Ben aslında okulda sınava girmiştim. Sonra işte girdik, kazandık sınavı. Okulun başlamasına belli bir zaman vardı. Ben Bursa'da yaşıyordum işte, sonra Bursa'ya döndüm. Döndükten üç gün sonra beni arayıp  "Bakırköy Belediye Tiyatrosu'nda bir audition yapılacak; hoca senin de katılmanı söyledi, git katıl." dedi bana Adnan Tönel, hocanın o zamanki asistanıydı bizim okulda. Ben de bayağı mutlu mutlu geldim, burada auditiona katıldım. Çok güzeldi tabii, bir sürü insan vardı auditiona katılan; çoğu mezundu tabii haliyle. Melih Kibar, Selçuk Borak, Turgay Kantürk bunlarla böyle bir audition yapıldı. Tabii ben daha antrenmanlıydım daha yeni bir sürü sınava girmiş biri olarak. Sonra işte burada başladım "Kuzguncuklu Fazilet" diye bir oyunla. Daha doğrusu provasına başladım; o oyun çıkmadı hiçbir zaman. Çünkü birazcık sakıncalı bulundu herhalde o dönem için. Biraz böyle Aşkale falan o hikâyeleri anlatıyordu, biraz sürgünü anlatıyordu, insanların ihraç edilmesini anlatıyordu biraz; tabii böyle hicivle. Müzikaldi. Çok güzeldi, çıkma noktasına kadar çalışıldı her şey; dansları, şarkıları her şey harikaydı. Benim için iyi bir ilk deneyimdi. Diyorum ya: Selçuk Borak'ın koreografi yaptığı, Melih Kibar'ın müziklerini yaptığı, hepimizi tek tek çalıştırdığı çok güzel bir deneyimdi.

  O oyun çıkmadı ama ben işte başka bir oyunda figürasyon yaptım falan yani işin her aşamasını görerek, bilerek, aynı zamanda özel tiyatroda da çalışıp, bir yandan okula devam edip falan böyle gelişti aslında.

-Ondan sonra, belki siz kabul etmeyeceksiniz ama, hızlı ve bugünlere kadar süren bir yükseliş gösteriyorsunuz.

-Bence her şey aynı. Bana her şey aynı gibi geliyor. Ne bileyim, aynı yerde duruyor işte her şey. Hani ivme kazanıp bir şey yapmış gibi hissetmiyorum. Yeni başlamış gibi hissediyorum hatta çoğu zaman. Sadece saçma sapan fikrim olduğunu filan düşünüyorum bazen o kadar, yani onun dışında öyle ekstra bir şey gelişmedi.

-Saçma sapan fikirler derken senaryo yazmak anlamında mı?

-Yok,yok. Bir sürü şeyle ilgili. Yani senaryo yazmak bunların en sonunda filan yer alıyor olabilir. Ne bileyim işte hayatla ilgili falan filan, öyle şeyler...

-Rollerinize baktığım zaman çok farklı karakterlerle karşılaşıyorum: Şubat var mesela, Adanalı'daki Tilki Timur karakteri var, Son Osmanlı:Yandım Ali filminde Atatürk rolü var, İntikam dizisinde bambaşka bir karakter... Bu siz istediğiniz için mi böyle oluyor yoksa öyle mi denk geliyor?

-Yani tabii ki tercih bu yönde ama şöyle bir şey var, bana roller farklı gelmiyor aslında. Kendi tercihim şu noktada başlıyor birazcık: Benim aynı şeyi yapmakla ilgili sıkıntım var. Bunu zaten yaptım, bir daha aynı şeyi yapmak istemem. Yoksa tabii ki Atatürk oynadıktan sonra üç yüz bin tane daha Atatürk oynar mıyım diye iş tabii ki geldi ama yapmak istemedim. Çünkü bir defa yaptım, başka birisinin yapması lazım, daha iyisini yapması lazım. Özellikle bu tip rollerde, yaşayan karakterler için gerçekten yapılanın daha iyisini birilerinin yapıyor olması lazım, bir sonrakinin daha iyi olabilmesi lazım. Haliyle benim kendimi tekrarlamama, benim kendi yaptığımın daha iyisini yapmaya çabalamama gerek yok o noktada; başkası daha iyisini yapacak çünkü.


-Peki, izin verirseniz ben tiyatro konusuna geçmek istiyorum; çünkü çok olaylar oldu geçtiğimiz aylarda. Siz 15 yıldır Bakırköy Belediye Tiyatroları'ndasınız, sürecin de bilfiil içindeydiniz. Neydi BBT'nin sıkıntıları? Ne oldu da buralara geldi iş? 

-Yani bu sıkıntılar, nasıl diyeyim... Bir sürü sıkıntısı vardı tiyatronun. Bu bizim tiyatroya özel bir şey değil yani. Bir sürü tiyatronun sıkıntısı var ve aslında bu sıkıntılar birbirine benziyor, birbirinden ayrı sıkıntılar değil aslında bunlar. Ama tabii ki benim kendi adıma ve buradaki bütün insanların kendi adına farkındalık süreci birazcık zaman aldı. "Bizim de taşın altına elimizi koymamız lazım." süreci aslında önemli bir süreç. Yoksa her tiyatronun problemi var: Kurum tiyatrosu, özel tiyatro... Tiyatro yapmak zaten kendi başına zor bir şey ve problem, aradıktan sonra kolay bulunan bir şey. Ama tabii ki benim de bu işi on beş yıldır, işin mutfağından beri yapan birisi olarak kendimce bir sürü gördüğüm problemi vardı. Ama neyse ki yalnız değildim, o problemleri gören tek kişi değildim. Buradaki kendi jenerasyonum olan arkadaşlarımla buna dur demiş olduk aslında birazcık; dur demek için çabalamış olduk.

-1-2 senelik mevzular mıydı bunlar, yoksa ezelden beri olan sıkıntılar mı?

-Ezelden beri olan şeyler. Tiyatroda "problem" diyeceğin şey zaten uzun vadede probleme dönüşen şeyler olur. Yani öyle kısa vadede problem olmaz tiyatroda. Tiyatroda problem ya çözülür ya da kabullenilir ve olağan kabul edilmeye başlanır bir süreden sonra. Genel olarak tiyatro bence hep aynı şeyi yaşıyor o noktada.

-Burada sizin yaşadığınız problem de yönetmeliğin uygulanmaması mıydı?

-Evet,aynen. Tabii ki ben; bundan çok önce, 15 sene önce de bu vardı demek için çok mantıklı birisi olmayabilirim. Çünkü meraklı değildim ki zaten tiyatronun yönetilme şekline ya da nasıl yönetildiğime. Aynı ülkenin benzeri bir durum yani: Nasıl ki ülkede insanlar nasıl yönetildiklerini uzunca bir süre fark etmiyorlarsa ben de tiyatroda kendi adıma uzunca bir süre nasıl yönetildiğimi bilmedim. İş, gitmek ya da kalmak noktasına vardığında "Bir dakika lan, ben nasıl yönetiliyorum da bundan vazgeçebiliyorum?" dedim, orada da gördüğüm şey tam anlamıyla özgür bir yönetim şeklinin olmadığı. Kurum tiyatrolarının genel bir problemi bu. Kolektif yönetim şeklinin olmadığını, kolektif sanat üretiminin olmadığını düşünüyorum ben. Bunlar olmadığı zaman, bu işin seyirciyle yapılan bir sanat olduğu gerçeğini de atlarız; o zaman seyirciyle de kolektif olarak bir şey yapamamaya başlarsın. Çünkü tiyatronun en baba aktörü seyircidir her zaman. Yani o kendi sözünü söylemeye geldiğinde, tiyatro oyunu o zaman bütünleşir, o zaman oyuncusunu bulur, o zaman sahnesini bulur tam anlamıyla.
  Haliyle bütün bu kolektif bilinçten uzak bir şekilde yönetiliyordu. Yönetimden başlar bu, oyunun sahnelendiği noktaya kadar devam eder, yani seyirciye kadar...  Şimdi artık bunun değişmesi süreci bizde gerçekleşiyor.

-Herhalde onlarca oyuncunun işlerine son verilmesi de bardağı taşıran son nokta oldu.

-Aynen, aynen öyle. Aslında diyorlar ya "Bu her sene yapılıyordu." diye, evet her sene yapılıyordu. Ben girdiğim zaman konuk oyuncu diye bir şey yoktu tiyatroda. Girdiğimde sadece yevmiyeli oyuncu diye bir şey vardı, ben de yevmiyeli oyuncuydum. Fatih Koyunoğlu'yla beraberdik o zaman burada ve yine aynı isyankâr iki adamdık; o kendi isyanıyla kendi tiyatrosunu kurdu ben de kendi tiyatromu kendi arkadaşlarımla isyanla kurtardığımı düşünüyorum. O zaman da bir isyanla konuk oyuncu olma hakkını elde etmiştik mesela, o zamana kadar yoktu. O hakkı da ilk elde eden insanlardan biriyiz aslında. Onu elde ettik ama tabii şöyle bir süreci var bunun: Konuk olduğun zaman da belli bir süre çıkartılıyorsun işten, çünkü o yaz döneminde çalışmıyorsun, sonra da kurum seni tekrar geri alıyor çünkü devam eden oyunun var. Bu da uzun yıllar böyle devam etti. Sonrasında bundan doğan haklarını bilen insanlar, benim arkadaşlarım, dediler ki: "Biz toplu iş sözleşmesine dahil olmak istiyoruz." Ve aslında o süreç bence biraz rahatsız etti, dengeleri bozdu. Çünkü toplu iş sözleşmesinde "Haydi git bakalım, o üç ay yoksun, ben sana para ödemem." demiyordu, "Sen burası için çalışan birisisin, tiyatronun çalışma sistemi üç ay durmaksa sen de dur ama paranı al çünkü zaten prova zamanında sen normalde 8 saat olan çalışma şeklinin ötesine geçiyorsun, 12-15 saat çalışıyorsun, cumartesi-pazar çalışıyorsun, hem oynuyorsun hem prova yapıyorsun hem de yönetimde yer alıyorsun, yani sen zaten normal insan gibi çalışmıyorsun." diyordu. Bunun imzalanıyor oluşu bir sürü insanı rahatsız etti tabii bence.  Ve ne yazık ki aslında burada rahatsız olan insanların tiyatrocular oluşu, tiyatronun kendi yöneticileri oluşu aslında daha vahim bir durum.

-Yani belediyeden ziyade, tiyatrocular mı rahatsız oldu bu süreçten?

-Evet. Sonuçta burada genel sanat yönetmenliği gibi bir durum var. Yani bu, bir sürü şeyin ötesinde bir durum. Sen burada "Bir dakika kardeşim, ben bu insanları çıkartmıyorum." dediğin zaman çıkartmıyorsun demektir, o bir tavır koymaktır, bir duruştur o. Buranın, bunu deme hakkı varken demiyor olmasıyla başlıyor bence problem. Orada idareci, sanatçı durumu yok yani. Orada, buradaki insanların kendi görevlerini usulünce yapmaması var bence.

-Bunun ardından bardak taştı, birtakım olaylar oldu ve sizin genel yayın yönetmenliği koltuğuna oturmanıza kadar devam eden bir süreç gerçekleşti. Her ne kadar basına yansısa da aslında bu süreçle alakalı pek bir bilgimiz yok bizim tiyatro severler olarak. Bahseder misiniz biraz o süreçten? Nelerle mücadele ettiniz? Nelerle karşılaştınız?

-Bir kere seçim olması hikâyesiyle mücade ettik tabii ki. Çünkü aslında seçimimizin bir ay önce yapılıyor olması lazımdı, bizim talep ettiğimiz şey bir ay önce yapılmasıydı. Eğer bir ay önce yapılsaydı o zaman biz bu "idari tatil" denilen bir aylık süreçte boş oturmayıp çalışabiliyor olacaktık, kaldı ki biz yine de boş oturmadık, çalıştık; ama yine de bir ay önce çalışmaya başlıyor olacaktık ve o da tabii ki buradaki üretimin hızlanması demekti. Bizim birazcık o noktada elimiz yavaşlamış oldu ne yazık ki. Ama zaten talebimiz belliydi: Seçim yapılması, seçimle birlikte gelen bir genel sanat yönetmeni ve onun yöneteceği bir tiyatro. Aslında geç de olsa kazandığımız bir şey bu. O süreçte tabii ki sürekli olarak belediyeyle iletişime geçmek istedik fakat kötü bir imajımız vardı, çünkü iki senedir kötü bir imajımız var aslında ne yazık ki, o kötü imajdan doğan bir asla ciddiye alınamama ya da tam olarak görüşememe, görüştüğünüz zaman birbirini anlamayan taraflar durumları söz konusu oldu. Süreçle aşıldı tabii bu. En büyük zorluklar bunlardı aslında. Sonrasında kolaylaştı tabii ki her şey. Birbirini anlayabilen birimler hâlini aldık. Birlikte çalışmak durumunda olan, bunun bilincinde olan birimler hâlini aldık; ama ilk etap çok zorladı bizi.

  Bir de tabii ki ondan öncesinde, hani daha buraya, belediye kanadına geçmeden önce aslında, burada çalışanlarla ilgili olan süreç çok zorladı. Çünkü burada vekaleten birisi oturuyor ama bizim arkadaşımız, büyüğümüz, ağabeyimiz yani. Onun burada bir görevi var ve görevini aslında bir sanatçı gibi yapmadığını görüyor olmak çok zorlayan bir süreçti. Sürekli ona görevini hatırlatıyor olmak ve onun yine de bunu çok ciddiye almıyor oluşu zorladı bizi. Sonrasında tabii her şey yumuşadı, daha rahatlamaya başladı.

-Genel sanat yönetmenliği seçiminin olduğu gün verdiğiniz röportajda söyledikleriniz birçok şeyi çok güzel anlatıyordu aslında. Benim çok hoşuma gitmişti. Dediniz ki "Biz ilk yola çıktığımızda bize: 'Uğraşmayın, burası düzelmez. Hiçbir şey olmaz. Başkalarının dediği olur.' dediler. Biz de 'Denediniz mi?' diye sorduk. Gördük ki denenmemiş. Biz denedik, oluyor. Deneyince her şey oluyor."

-Aynen öyle. Hâla denemeye devam ediyoruz bir sürü olmaz denen şeyi. Bir sürü "imkan yok" denen şeyi deniyoruz. Zaten tiyatronun olayı budur yani. Tabiat dışında her şeyin karşısında durur tiyatro, her şeye muhalefet yapar.Bir tek tabiata bulaşmaz. Tabiatın hiçbir şeyine bulaşmaz, ona bulaşmak haddine değildir yani. Bütün sanatlar böyledir ama en çok tiyatro böyledir. Tabiata hiç girişmez, onunla asla karşı karşıya gelmez. Onun dışında her şeyi dener, denemek zorundadır. Biz birazcık görevlerimizi unuttuk bence tiyatrocular olarak. Bu konuda ben hiç "İktidar bunu yaptı; hükumet, devlet bunu yaptı." kafasında değilim. Devlet onları zaten yapıyor, yapacak da. Bu olmasa başka birisi gelecek o yapacak. Bütün idari yönetimler bunları yapmaya devam edecek. Yani falancıymış filancıymış, o partiymiş bu partiymiş, o taraftaymış bu taraftaymış hiç alakası yok. Bunu yapmadığı gün zaten şaşkınlıkla geçireceğimiz zaman başlayacak bizim. "Nasıl olabilir bu?" diyeceğiz. Yani bu olacak, hep böyle olacak. Hep biz takacak bir şey bulacağız, onun için bu işi yapıyoruz. Ama burada suçu o tarafta değil, gerçekten kendimizde aramamız lazım. Biz, onlar ya da birileri bir şeyler yapıyorken bir şey yapmıyorsak eğer; duruma, düzene eyvallah diyorsak eğer o zaman işimizi yapmıyoruz demektir.


-Peki bütün bunlar başarıldıktan, Bakırköy Belediye Tiyatroları'nda bütün bu olaylar yaşandıktan sonra, en azından şimdiye kadar neler değişti tiyatroda?

-Bir kere en başında bu bina çok değişti. Bu tabii imajla ilgili bir şey ama imaj önemlidir. Hele ki bir devlet dairesindeysen çok önemlidir imaj. Bir devlet dairesinin içini değiştiremezsin, zor bir şeydir. Bu bile bir iddiadır aslında. "Olmaz" denen şeydir aslında. Olmaz yani; ille alt tarafı kahverengi olacak yağlı boya, üst taraf  normal boyayla bej olacak. Yani sistem bunun üzerine kuruludur. Bunu değiştirmek bile bir iddiadır ama dediğim gibi imaj kısmı bu. "Neler değişti, neler değişecek?" diyecek olursak eğer; tabii ki en en en önem verdiğimiz şey, işte hep söylediğimiz göz hizasına gelmek. Göz hizasında olacağız, garip yaratıklar olmaktan vazgeçeceğiz bir kere önce. Dünyanın en önemli işini yapıyormuşuz varsayımından bir kere kurtulacağız. Araya çekilen mesafeyi kaldıracağız. Acayip derecede olduğumuz gibi olacağız. Varsaydığınız tiyatro dünyasından, o entelektüel havalardan kopacağız bir kere çünkü hiçbir zaman  oraya varamayacağız, çünkü özümüz o değil bizim. Burada orta oyunundan çıktığımız gerçeğini kabul edeceğiz ve yüzyıllardır aldığımız küçücük yoldan çabucak kendi orta oyunu mantığımıza, o samimiyetimize döneceğiz. "Sanatsal anlamda gerçekten orta oyunu ciddiye alınmış olsaydı, geleneksel Türk tiyatrosu ciddiye alınmış olsaydı bugün tiyatro nerede olurdu" yu tekrar yaratacağız, ona ulaşacağız.

-Bu bahsettiğiniz şey sadece samimiyet anlamında mı orta oyununa dönmek, yoksa Haldun Taner'in "Neden bizim tiyatro?" yazısında yazdığı gibi tiyatromuzun/tiyatrocularımızın yabancı rolleri, oyunları, oyuncuları taklit etmesinden; içi Türk olmayan Türk tiyatrosundan sıyrılmak anlamında mı?

-Şimdi biz metni almışız Fransız'dan, oyunculuk üslubunda özeniyoruz İngiliz'e ve Rus'a, sahne yapımız İtalyan sahne yapısı, bize ait değil, biz de orta oyunu vardır, göbekte oynanır, meydan sahneleri vesaire, yani dünyanın şu anda evrilmeye çalıştığı meydan sahnesinden bahsediyorum. Bunların hiçbirisi sana ait değil; yani en eski hatırladığın tiyatrocu Ahmet Vefik Paşa, o da oyunları Fransızca'dan çevirip Türkçeleştiriyor, oyunlaştırıyor falan. Senin kendi öz oyunların nerede? Hani diyoruz ya amfi tiyatro, Antik Yunan filan diye; Antik Yunan'a gidene kadar senin canım Anadolu, Mezapotamya mitolojilerin var, onlar nerede? Hiçbir yerde yok. Biz ulaşacağız, bulacağız. Yörüklere gideceğiz, onların hikâyelerini dinleyeceğiz, onların masalcı dedelerini kovalayacağız. Onların kendi çadırları içerisinde o masalcı dedelerin kalkıp oynadıkları hikâyelere gideceğiz, onları araştıracağız. Oradan yeni metinler çıkartacağız. Yeni metin yapıyoruz diye Almanya'da yapılan son metinlerin Türkçeleşmiş versiyonlarını yapmaktan, "In your face" ler yapmaktan cayıp gerçekten o "In your face" in çıktığı çadır içine gideceğiz ve oradan kendi tiyatromuzu önce bulacağız. Diyeceğiz ki: "Bizim tiyatromuz böyle bir şeydi." Şimdi biz, tiyatromuzun bu kadar yıldır kaybettiği şeyleri kaçırdık, kabul. "Bugüne varmış olsaydı eğer, kaybetmemiş olsaydık ne olurduk? Modern Türk tiyatrosu ne olurdu? " diyeceğiz ve oraya varacağız.


Alican Yücesoy ve Aytekin Özen, Seçim Günü
-Peki zor olmayacak mı bu? Çünkü siz özel tiyatroların, görece daha bağımsız tiyatroların kalkışmadığı bir işe ödenekli bir tiyatro olarak kalkışıyorsunuz. 

-Olması gereken bu aslında. Ödenekli tiyatronun bunu yapıyor olması lazımdı şimdiye kadar. Biz değiliz ki yani varyasyon üretmesi gereken kişi. Biz var  olanı koruyup onun üstüne koyması gereken kişileriz. Biz bunu yapmadık, hiçbir tiyatromuz yapmadı.

-Peki mesela, siz başta söylediğiniz için aklıma geldi, sizin tiyatroya başladığınız zaman sakıncalı olabileceği düşünülen Kuzguncuklu Fazilet oyunu şu an Bakırköy Belediye Tiyatroları'nda sahneye konulabilir mi?

-Tabii ki konulabilir. Mesela bugün biz bir okuma yaptık. "Bu oyun nasıl ıskalanmış?" , "Nasıl yapılmaz bu oyun?" filan diye düşündük. Oyun aslında sakıncalı bir oyun. Yani bir taraf "Bana mı dedin sen onu?" diye düşünürken başka bir taraf da "Hayır, bana dedin sen onu." diye düşünebilir. Herkes üzerine alınabilir. Bizim bunu yapmamız lazım zaten. Hepiniz üstünüze alının mümkünse çünkü mesele sizsiniz ben değilim, ülkeyi ben yönetmiyorum. Benim yönettiğim bir tiyatro var ve benim sorumlu olduğum sadece ve sadece seyirci var. Seyirci de bana bu hakkı veriyor. Diyor ki: "Git yap! İcabında güldür, icabında düşündür ama yap." Benim olayım o zaten. Tabiat dışında her şeyi ve hepinizi eleştirme hakkım var benim. Mesleğimin tek getirisi bu çünkü başka hiçbir şey değil. Ve yapacağız mesela o oyunu.

-Geçirdiğiniz süreçte kaybettiğiniz oyunlar oldu. Bu bir şey kaybettirdi mi Bakırköy Belediye Tiyatroları'na?

-Tabii ki. Çok şey kaybettik. Bu çok şey kaybettirdi yahu hiç tartışılacak yanı yok yani. Çok iyi oyunlarımızı kaybettik ama oyundan daha önemli olan iyi oyuncu arkadaşlarımızı kaybettik. Birçok tiyatronun çalışmak isteyeceği çok önemli insanları kaybettik, en önemlisi bence bu. Yoksa repertuvar oluşturamadık mı, oturduk baştan repertuvar oluşturduk. 2016-2017 sezonunun repertuvarını oluşturuyoruz artık. Hani daha başka çalışıyor dinamiklerimiz ve böyle devam edecek. İki sene üç sene sonranın bile repertuvarı için bir fikrimiz olması lazım, bunu planlıyoruz artık.

-Benim çok merak ettiğim bir mesele var bu süreçle ilgili, onu sormak istiyorum: Seyirci arkanızda durdu mu ve duruyor mu?

-Kesinlikle durdu, zaten kuvvetimizi aldığımız tek yer odur. Bizim bu kadar çığırtkanlık yapışımız, bu kadar bağırıyor oluşumuzun gerçekçi tek sebebi seyircidir, seyircinin bize destek oluyor oluşudur. Başka hiçbir şey değil. Biz bunu anbean, adım adım o kadar iyi gördük ki...  Destekler abi, şaşırtıcı bir şey ama bize tam destekler yani. Bu çok büyük bir güç, elimizdeki en büyük gücümüz buydu bence.

-"Kendi tiyatromuzu bulacağız." demiştiniz. Fakat bu sezon en ön plâna çıkan oyununuz İngiliz bir yönetmenin sahneye koyduğu Shakespeare'in Yanlışlıklar Komedyası. Neden Shakespeare? Neden İngiliz bir yönetmen?

-Çünkü kendi tiyatromuz içerisinde Shakespeare var aslında, çok basit bu. Yani bu dünya tiyatrosu. Shakespeare evrensel artık. İşte "Shakespeare çok entel,tepeden bakıyor." filan meseleleri var ya şimdi. Ne alakası var, adam bundan 600 sene önce saraydaki adamla, halktaki adamı aynı tiyatronun içine sokuyor, halktaki adam ayakta izliyor oyunu, saraydaki koltuğunda oturup izliyor, aynı oyunu koyuyor sahneye; aynı kostüm, aynı reji, aynı oyuncular... Oyun aynı anda başlıyor, aşağıda o izliyor yukarıda öteki ve herkes memnun ayrılıyor. Bu bir sosyal statü farkıdır. Yani Shakespeare bundan 600 sene önce sosyal statüleri arasında şu ankinden çok daha fazla fark olan insanları aynı tiyatroya soktu, onları güldürdü, düşündürdü ve saldı, bunu yaptı. Ben şimdiye kadar bunu yapabilen bir Shakespeare izlemedim. İddiamız şuydu: Bunu yapabilen Shakespeare yapacağız önce. Çünkü varmak istediğimiz şey çok uçuk, özümüze dönmek çok uçuk geliyor. Bunu yaparız aslında, hemen yapabiliriz, hemen özümüze dönebiliriz ama iddiamız hemen bu olmamalı; iddiamız önce "Klasik böyle yapılır." olmalı. O yüzden çok zor bir oyunu seçtik, Yalnızlıklar Komedyası, Shakespeare'in en amatör oyunlarından, daha ilk yazdığı oyunlardan biri. En hevesi yerindeyken olan oyunu. Bizim de hevesimiz oradayken ve oyunun çok güzel bir hikâyesi varken yapmak istedik. Yani o birbirine sınır olduğu hâlde düşman olan iki ülkede yaşayan ayrı ikizlerin tekrar bir gün karşılaşması ve birleşmesi hikâyesi. "İkimiz de aynı anadan doğduysak, o zaman el ele tutuşalım ve içeriye beraber girelim, biz zaten kardeşiz" meselesi.  İşte biz de aynı şeyi yaşıyoruz, kardeş olduğumuz insanlarla el ele tutuşamadığımız noktadayız. Tam aradığımız oyun yani bu.

  Peki neden Tim Supple, neden yabancı yönetmen? Çünkü ben gerçekten Shakespeare izlemek istiyorum. Yalandan yapılmış, güldürülmek için yapılmış ya da "Hmm, çok da entelmiş." falan diye yapılmış Shakespeare istemiyoruz; saf, yalın bir Shakespeare istiyoruz. Bize dediler ki "Neden İngiltere'den yönetmen getirdiniz ki? Bunu Türkiye'deki adam da yapardı." Hayır, yapmazdı ben biliyorum. "Bakın, nasıl reji yaptım." falan mı bekliyorsunuz? Yapmayacak yönetmen bunu. Çağırdığımız adam o: "Bakın ben de böyle reji yapıyorum." demeyen adam. Ben Shakespeare izlemek istiyorum, her şeyiyle Shakespeare... İşte o yüzden Yanlışlıklar Komedyası ve o yüzden Tim Supple.

-Nasıl gidiyor oyun şimdiye kadar?

-Çok iyi. İlk defa 1 Ekim'de perde açtı bu tiyatro ve normalde bu aylarda bizim seyircimiz olmazdı. Şu anda bayağı iyi gidiyoruz yani. Pazartesi dışında her gün oyun var tiyatroda. Eskiden bu da sekteye uğramış bir şeydi, artık her gün oynuyoruz biz pazartesi hariç. Buna rağmen, bu ay 12 temsil olmasına rağmen - ki bu çok fazladır bir oyun için- kasım ayında bile dolu salonumuz var.

-Bundan sonra ne var sırada? Yani nasıl bir oyun gelecek bundan sonra?

-Bizde nasıl bir oyun diye bir şey yok, nasıl bir repertuvar diye bir şey var bundan sonra. Bizim bir sezonumuzu topladığın zaman sana bir şey söylüyor olacak, öyle bir konsept var bundan sonra. Biz "Bakın bir oyun yaptık ve size bir sözü var bu oyunun" dan tamamen kopmak istiyoruz. Biz; burasını total olarak bir sanat eseri olarak düşün, bir senede yapılan bir sanat eseri var ortada ve bu oyunların hepsini topladığın zaman ortaya koyduğun şeyin bir sözü olmalı diye düşünüyoruz. Repertuvarın artık bir teması, bir sözü olmasını buraya yaymak istiyoruz. Yoksa her oyunun kendince sözü var zaten, boş oyun yapmıyoruz yani. Ama asıl formül: Yalınlık ve hepsini bir araya topladığında kocaman bir şey söylemesi sana. Bundan sonraki sezonlarda böyle olacak. Basitten değil zordan başladık, "kayıp"tan başladık. Bizim bu seneki temamız "kayıp" , en birinci temelimiz bu. Bunun içine Suriye meselesini de koyabilirsin, iletişimi de koyabilirsin, varlığı da koyabilirsin, yokluğu da koyabilirsin. Ana temamız: "Kayıp" yani, bulabilmemiz için...

 (Burada röportajı bitirmeden önce Alican Yücesoy'a "Seyirciden beklentiniz nedir?" sorusunu yönelttim ve harikulade bir cevap aldım. Cevabı videodan izleyebilirsiniz.)


Not: Röportaj sonrasında İrem'le beraber Yanlışlıklar Komedyası oyununu izledik. İzlediğim en iyi oyunlardan bir tanesi olduğunu tereddütsüz söyleyebilirim. Bütün tiyatro severlere tavsiyemdir.

Röportaj: Salim ECE
Fotoğraflar&Video: İrem TÜRKMEN




18 Eylül 2015 Cuma

Türk Tiyatrosunun Efsanevi İsmi Haldun Dormen ile Sanat Hayatı Üzerine

  Bu blogu kurduğumda amacım milli "değerlerimiz" e karşı biraz olsun vefa gösterebilmek, onların kıymetlerinin daha iyi anlaşılabilmesini sağlamaktı. Geçtiğimiz süre zarfında gerçekleştirdiğimiz röportajların da bunu sağladığını düşünüyorum. Fakat çok kurak zannedilen sanat alanımızın yahut hiçbir değer üretmiyor diye eleştirilen bilim dünyamızın öyle kıymetli isimleri var ki bunlara yetişmemiz mümkün olmuyor. Biz de ister istemez sadece bazıları üzerinde durabiliyoruz. Bütün bunlara rağmen kimi isimler var ki bu blog onlarsız olsa büyük bir parçası her daim eksik kalacak ve vicdanımız hiçbir zaman rahat bulmayacaktı. O isimlerin başında da benim için Haldun Dormen gelir.


 Röportajları oluştururken daima röportaj yapacağımız kişinin varsa biyografisini/otobiyografisini okur, yaptığı röportajları takip ederim. Bu güne kadar okuduklarım arasında beni hep şaşırtan ve hangi sanatçının biyografisine baksam karşımda gördüğüm iki büyük isim var: Muhsin Ertuğrul ve Haldun Dormen. Profesyonel anlamda tiyatroda 60 yılını devirmiş bulunan büyük tiyatrocumuz Haldun Dormen'i bugün Türkiye'de tanımayan yoktur. Fakat ya Türk tiyatrosuna armağan ettikleri; yetiştirdiği, hayatlarını birleştirdiği yazarlar, sanatçılar?

  Başar Sabuncu'dan Halit Ergenç'e; Muhsin Ertuğrul'dan Gürkan Uygun'a; Zihni Göktay'dan İzzet Günay'a;Yıldız Kenter'den Sadri Alışık'a; Münir Özkul'dan Cemal Reşit Rey'e;Gülriz Sururi'den Metin Serezli'ye; Cahide Sonku'dan Mücap Ofluoğlu'na kadar binlerce sanatçıyı, yazarı bir araya bağlayan koskoca bir ömürden söz ediyorum sevgili okuyucular. Türk tiyatrosunda pek çok "ilk"i başarmış, İstanbul Şehir Tiyatrosu'na tam 28 sene boyunca oynayacak olan Lüküs Hayat müzikalini armağan etmiş; Erol Günaydın, Nevra Serezli gibi pek çok büyük sanatçıyı yetiştirip sanat dünyamıza kazandırmış; neredeyse unutulup gitmeye mahkum olan, sanat dünyamızdaki en onurlu başkaldırıyı yapan Afife Jale'yi, adına düzenlenen büyük bir ödülle şereflendirip tekrar gün yüzüne çıkarmış; Dormen Tiyatrosu'yla Türk tiyatrosuna yepyeni bir soluk getirmiş; Otobiyografisinde hayat amacını gençlere faydalı olmak üzere kurup hayat felsefesini "Tek bir kibrit çakmak, bütün dünyayı aydınlatmak gibidir." sözüyle özetlemiş dev bir isim Haldun Dormen...

  Röportaj yapmayı teklif ettiğimizde bizi çok nazik bir şekilde Teşvikiye'deki evine kabul etti ve hayatına dair sorularımızı bütün mütevaziliği ve açık fikirliliğiyle yanıtladı. Röportaj sonunda da bizlere hayatımız boyunca unutamayacağımız harika bir günün anıları kaldı. Umarız siz de keyif alarak okursunuz.

-Haldun Bey her anı sanatla dolu bir hayatınız var. "Benim için tiyatrodan başka bir şey hiçbir zaman olmadı ." diyorsunuz.

-Sadece tiyatro değil, sinema da vardı.Ben Amerika'ya giderken sinemacı olacağım diye gittim.İyi bir tiyatro eğitimi alayım ondan sonra sinemacı olayım dedim, sonra esir düştüm tiyatroya.Sinema da yaptım tabii ama tiyatrocu olarak görüyorum kendimi.

-Peki nasıl oluyor da bu sinema/tiyatro aşkı hep içinizde olabiliyor?

-Bilmiyorum, ben öyle doğdum herhalde. Çünkü benim ailemde bir sanatçı yoktu. Sanata meraklı bir aileydi benim ailem evet, annem biraz piyano çalardı, babam müthiş uygar bir adamdı, zaten uygar bir adam olmasa 1950'li yıllarda oğluna "Hadi git tiyatrocu ol, ben sana yardım edeyim." demezdi. Tek şartı vardı: "İyi ol." dedi, "En iyisi olursan ben de hep arkandayım." dedi. Yani 50'li yıllarda gerçekten bu çok zor bir işti.

-Kitabınızın ilk bölümünde, çocukluk yıllarınızı anlatırken, çatıdan düşüp bacağınızı incitmenizi bir küçük dönüm noktası olarak görüyorsunuz.

-Bayağı bir dönüm noktası çünkü sakat kaldım gibi geldi bana, gerçi sakat kaldım ama hafif bir sakatlıktı, ondan sonra benim kendimi dünyaya kanıtlama isteğim meydana çıktı. İşte ben herkes kadar iyi spor yaparım, herkes kadar iyi dans ederim, herkes kadar iyi bilmem ne yaparım diye; o beni belki de iten şeylerden bir tanesi oldu.

-Hastanede yatarken bir tiyatro sahnesi, kuklalarla tiyatro yapılabilen bir küçük tiyatro istiyorsunuz o zaman ve size alınıyor o bir şekilde. 

-Evet, babam getirdi Almanya'dan. Bir kukla tiyatrosuydu; bir sahnesi vardı, arka taraftan kuklalar oynatılıyordu. Ben onda oyunlar yazmaya başladım. Yani o oyun yazmak beni çok eğlendirdi ve ondan sonra 50 kuruşa bilet sattık  komşu çocuklara, orada temsiller verdik. O beni yönlendiren şeylerden bir tanesi oldu.

-İlk yönetmenliğiniz diyebilir miyiz?

-İlk yönetmenliğim ve ilk yazarlığım, evet. (Gülüyor.)

-Sonra Galatasaray Lisesi yıllarınız var tabii.

-Evet, Galatasaray'a gittim ve orada ilk defa sahneye çıktım. İlkokulda işte herkes kelebek melebek olur, bizde yoktu öyle bir şey, ben ilk defa Galatasaray'da sahneye çıktım. Hakkı Bey diye bir öğretmenimiz vardı, kitapta da bahsediyorum ondan, ilk önce onun Demir Bank diye bir oyununda çıktım. 25 kuruşluk oynuyordum orada, işte paraları oynuyorduk ben de 25 kuruşluk olmuştum. Sonra aynı sene Kamp diye bir oyun yazdı ,orada da patenciyi oynadım. Sonra Robert Kolej'e gittim, orada tabii rahat rahat bir sürü oyun oynadım.

-O yıllarla ilgili olarak bir röportajınızda "Bugün bile geriye baktığım zaman arkadaşlarımı çok sevmeme rağmen okulu güzel hatırlamıyorum." demişsiniz. 

- Evet, okul çok sıkıydı. Yani koleje gittikten sonra rahat bir nefes aldım çünkü gerçekten çok sıkıydı. Bir tek işte teneffüs dediğimiz araya çıkardık, orada konuşursak konuşurduk yani hiçbir şey yoktu. Kolejde gayet rahattım, orası daha serbestti, bir sürü şey vardı. Ne bileyim işte Eski Türk Müziği Kulübü'ne giriyorsun, spor yapıyorsun... Galatasaray'da futboldan başka bir şey yoktu.

-Peki öyleyse, Robert Koleji yıllarınızdan bahseder misiniz biraz da? 

-Robert benim için mutlu günler oldu çünkü serbest bir okuldu. Yani tiyatronun dışında da bazı şeyler daha rahattı. Hocalarla ilişkiler daha rahattı, işte kız kolejine gidip gelmeler vardı, yeni arkadaşlar vardı, daha medeniydi; yani mesela biz kolejden kaçıp aşağı meyhanede kafaları çekebiliyorduk, sonra gece gizlice gelip pencereden içeri girebiliyorduk. Galatasaray'da bunu düşünmek bile mümkün değildi yani. Onun için yani tam bir sempatik okul yaşamı oldu benim için kolej.

-O yıllarda sanırım tiyatroyla da daha içli dışlı oldunuz.

-Orada RC Players (Robert Koleji Oyuncuları) diye bir şey vardı, ona katıldım. Fazla da üzerinde durmadım, "Benim bütün hayatım tiyatroda geçecek, okulda da uğraşmayayım fazla." dedim. İnanmayacaksınız ama orada da entrika vardı, rolleri almak için entrika yapıyorlardı birbirlerine. Ben çok uğraşmadım rol almak için filan orada. En çok severek yaptığım şey işte "Kampüs Çılgınlıkları" diye bir şeydi. Orada birtakım insanları bir araya getirip senede bir kere bir show yapardım okuldaki çocuklarla. Hatta bir tane çok güzel anım var bununla ilgili: Bizim bir tane Prof. Allan adında bir disiplin hocamız vardı, felaketti. "You go home! You go home!" diye herkesi eve gönderirdi. Ben işte bu "Kampüs Çılgınlıkları" için prova yaparken o da arkada oturuyordu. O sırada aklıma geldi "Prof. Allan sizden bir şey rica edebilir miyim?" dedim. "Nedir?" dedi gayet sert bir ifadeyle. "Burada şarkı söylenirken bir yerde girseniz ve 'You go home' deseniz" dememe kalmadan sahneye fırladı, "Nereden çıkacağım, buradan mı?" filan diye sormaya başladı. Onu da oynattım ve kıyamet koptu tabii.

-Kolejden sonra sizin, diğer öğrencilerden farklı olarak, Yale Üniversitesi'ne gidip eğitim görmek gibi bir hayaliniz, amacınız olmuş. Nereden geliyor bu istek?

-Evet, şimdi ben orayı nereden biliyorum çünkü kolej mezunu Tunç Yalman ve Şirin Devrim oradalar diye duydum. İki tane Türk orada olduğu için ben Yale'e mektup yazıp acceptance istedim. Yoksa benim Yale'den haberim yoktu, kavram olarak biliyordum ama bir drama school'u olduğunu bilmiyordum. Zaten Amerika'nın ilk drama school'u da Yale. O zaman çok kolaydı girmek. İki tane Amerikalı hocam çok güzel mektup yazdılar bana ve girdim ben.

-İyi ama bugün bile, 2015'te, tiyatrocu olmak isteyen çocuklarına aileler iyi bakmıyor. Nasıl oldu da gidebildiniz siz?

-Bir mucize gerçekten, benim öyle bir babam olması bir mucize. Dünyaya açık bir adamdı babam; biz  sürekli konserlere giderdik, oyunlara giderdik. Dolayısıyla annemi de etkiledi, annem de öyle olmak zorunda kaldı. Tabii annem ilk başta çok memnun olmadı benim oyuncu olmama ama...

-Ne kadar sanat sever bir aileniz de olsa Yale'den kabul aldığınızı ailenize söylemeniz o kadar da kolay olmamış ama.

-Olmadı, söyleyemedim zaten. Herkes biliyordu, babamla annem bilmiyordu. Sonra babam bir Amerika seyahati yaptı, ben de babam Amerika'dayken ona uzun bir mektup yazdım. Babam da çok güzel bir mektup yazdı, şimdi o mektubu ben kaybettim ama çok güzel bir mektuptu. İşte o mektupta diyordu "Olacaksan ol ama en iyisi ol." filan diye. Enteresan bir şey, birkaç yıl sonra da Genco Erkal'ın babası babama telefon açmış, "Oğlum artist olmak istiyor, ne yapayım?" demiş. Babam da "Bana mı soruyorsun?" demiş, "Olacak, yapacak bir şey yok." demiş.(Gülüyor.)

-Sonra nihayet Yale Üniversitesi'ne gittiniz.

-Evet, Yale Üniversitesi'nde çok mutlu oldum. İlk başta tabii sudan çıkmış balığa döndüm. Herkes tiyatrocuydu, ben Türkiye'den geliyorum, tiyatroyla direkt bir ilgim yok. Çoğu da benden büyüktü oradakilerin, bir de Veteranlar vardı, savaştan gelenler, onlar bedava okuyorlardı. Fakat sonra çok kısa bir zamanda, üç dört ayda, ben oranın en vazgeçilmez parçalarından birisi hâline getirdim kendimi. Herkesle çok yakın dost oldum; beni bir Türk olarak, bir yabancı olarak görmediler yani, kendilerinden bir parça olarak gördüler, ben yine de Türklüğümü hep söyledim ama.

-Burada sizin için çok önemli olduğunu düşündüğüm iki tane oyunla sahneye çıktınız: Sofokles'in Elektra'sı ve Çehov'un Evlilik Teklifi. Bunlar Yale'de kendinizi gösterdiğiniz oyunlardı galiba. Neler hissettirdi bu oyunlar size?
Haldun Dormen-Saranac Lake/ABD

-Şimdi o zaman ben ayağımdan dolayı oyuncu olmak istemiyorum, yönetmen olmak istiyorum diye düşünüyordum. Ama işte yönetmen de olursanız size sahne yaptırıyorlardı. İşte orada Elektra'yı Türkçe, Evlilik Teklifi'ni de İngilizce oynadık. İkisi de başarılı geçti ve de hoşlarına gitti Türkçe'yi duymak. Çünkü biz sahnede yapardık, ondan sonra aktörlük hocamız sınıftaki insanlara eleştirtirdi, herkes de düşüncesini söylerdi.

 Sonra, birkaç ay sonra, ben işte mecburen sahneleri yapıyorum. Jül Sezar'dan bir sahne yaparken, sahne boş tabii, Miss Welch geldi, (benim en sevdiğim, saydığım, her şeyi ondan öğrendiğim hocam) "Ayağınla komik bir şey yapıyordun demin. Niye yaptın, hiç gereği yoktu." dedi. Ben de boş bulundum "Benim ayağım sakat." dedim. Kadın şoke oldu, çok üzüldü, kıpkırmızı oldu çünkü haberi yoktu. Sonra gittim dedim ki "Miss Welch size çok teşekkür ederim. Çok affedersiniz, pot kırdım ama madem siz bacağımı bu kadar zamandır fark etmediniz, ben bununla gayet rahat oyunculuk yaparım." dedim.

- Amerika'ya gittiğiniz ilk andan itibaren "Bir gün burada her şeyi öğrenip Türkiye'ye geri döneceğim." diye düşünüyorsunuz, orada kalmayı hiç düşünmüyorsunuz.

-Evet. Geçen gün bana yine sordular "Niye döndünüz, dönmeseydiniz." diye. "Ben isteyerek döndüm." dedim. Seve seve döndüm ve bir tek gün de pişman olmadım.

-Neden böyle bir düşünceniz oldu?

-Çünkü Türkiye'de bir şeyler yapmak istedim. Ben Türkiye'yi seviyorum, Türklüğümü seviyorum, yani gerçekten buraya gelmekten çok mutluyum bu karmaşık devirde bile. Onun mücadelesini vermek hoşuma gidiyor. Ben Türk'üm, Türkiye için bir şey yapmak istiyordum. Tabii Türkiye'den dışarı sesimi duyurmak da istiyorum, o başka.  Benim orada bayağı imkânlarım da oldu aslında. Biz Yale'de yazları tatildik, ilk yaz ben Hollywood'a gittim, orada Pasadena Playhouse'da bayağı roller oynadım yani. Bazı filmciler ilgilendiler, yani kimse önüme büyük bir kontrat getirmedi ama ilgilenenler oldu, orada kalsaydım bir şeyler olacaktı herhalde.

-O sıralar tatil için İstanbul'a döndüğünüzde de sizin için çok önemli bir isimle tanışmışsınız. Ondan bahseder misiniz?

-Tabii, Muhsin Ertuğrul. Hamit Belli diye Galatasaray'dan çok sevdiğim bir arkadaşım vardı, babası da eski aktörlerden Emin Belli'ydi. Ben onun için Galatasaray'da hep sokuldum Hamit'e babası artist diye. (Gülüyor.) Hamit'in bana çok yakın bir dostluğu oldu ve onun vasıtasıyla geleceğim yaz Muhsin Ertuğrul'dan randevu aldırdım. "Ben döndükten sonra sizinle çalışmak istiyorum." dedim. Korkarak gitmiştim ama çok şeker karşıladı beni Muhsin Bey. Böylece Amerika'dan döndüğüm günün ertesi günü ben oraya provaya gittim. Prova yapmadım tabii ama provalara girdim.

Haldun Dormen-Devlet Sanatçısı
-Muhsin Bey'le biraz çalıştıktan ve Cep Tiyatrosu'ndan sonra da o efsane olmuş Dormen Tiyatrosu'nu kurdunuz.

-Benim hep tiyatro kurmaktı niyetim. Yani Amerika'dan beri ben hep Türkiye'ye gelip bir tiyatro kurmak istiyordum. Ama işte bir süre Muhsin Bey'le çalışıp tiyatroyu öğreneyim dedim; ne var ne yok, kim var kim yok, Türkiye'de tiyatro nasıldır diye. Cep Tiyatrosu'nu yaptıktan sonra da çok istediğim şeyler olmaya başladı, böylece Dormen Tiyatrosu'nu kurduk. Tabii ilk kurulduğu zaman bir sürü hatalar yaptım ama bir sürü şey de öğrendim.




-Benim en dikkatimi çeken noktalardan bir tanesi de sizin tiyatronuzda yer alan, öğrenciniz olan oyuncular genelde halka mâl olmuş, çok sevilen oyuncular. Erol Günaydınlar, Altan Erbulaklar, Metin-Nisa Serezliler... Başka tiyatrolarda, çok usta tiyatrocuların öğrencileri de olsa, bu kadar sivrilemiyor oyuncular. Sizin yönteminiz nedir acaba?

-Bence çok önemli bir şey var, ben karşımdaki insanı benim dengimde bir insan gibi görüyorum. İşte "Ben çok büyük oyuncuyum, ben üstadım"  filan öyle bir şey yok bizde. Zaten Dormen Tiyatrosu'nun aile gibi olmasının, efsane olmasının sebebi de o. Herkesin yeri eşitti. Yani işte ben başka otelde filan kalmazdım. Hep beraber giderdik, sefaleti de beraber çekerdik lüksü de beraber yaşardık. Başrolleri de her zaman ben oynamazdım. Kimi zaman ben oynardım, kimi zaman Metin oynardı, kimi zaman da Altan Erbulak oynardı. Herkes sırasının geleceğini bilirdi. Ben o yüzden hayatımda bir kere bile "Benim tiyatrom" demedim, hep "Bizim tiyatromuz" dedim.

-Siz "Ben hiç keşke demedim hayatta, kararımı verdim ve hep önüme baktım." diyorsunuz ama 1972'de Dormen Tiyatrosu'nun kapanması oyuncular ve sanatseverler üzerinde büyük üzüntü yarattı. Neden böyle bir karar verdiniz? 

-Çünkü artık gidecek bir yeri yoktu. Parasal olarak da gidecek bir yeri yoktu, oyuncuların da bir kısmı kendi tiyatrolarını kurmak için ayrılmışlardı. Sonra kış turnesine çıkarılanlar biraz söylenmeye başladılar, dedim ki "Bu iş bitti, bu tiyatronun yeniliğe ihtiyacı var." Misyonunu tamamlamıştı bence artık. Kapattığımızda çok üzülenler, ağlayanlar, ayılanlar, bayılanlar oldu  ama bir yandan da çok iyi oldu çünkü ondan sonra başka şeyler öğrendim, başka şeyler yaptım.

-Tiyatrocu yönünüz öne çıktığı için pek kimse bilmez ama "Tarihte ilk defa tiyatro sinemanın borcunu ödedi." dediğiniz, ödüllere boğulan fakat gişede batan 2 tane de çok güzel film çektiniz. Neden izlenmedi bu filmler?

-Çünkü zamanından önce yapıldı. Yani zamanına uygun filmler değildi. Bugün olsa olabilirdi. Ama olsun, filmciliğimi de yapmış oldum böylece.

-Özellikle tiyatroyu kapattığınız sırada yoğunlaşan bir televizyon hayatınız var. Birçok programda yer aldınız. Neydi sizi televizyona yönelten?

-Tabii ben televizyonu seviyordum yani sinemayı da sevdiğim için. Böylece ben 1973'ten 1990'a kadar bir sürü program yaptım. Kamera Arkası'nı yaptım, Babalar ve Oğullar yaptım, Unutulanlar dizisini yaptım ve orada ilk defa Afife Jale'yi çıkardım ortaya, Meral Taygun oynadı Afife'yi. Yani birçok program yaptım ve keyif de aldım bunları yaparken.

-İlkini kapatırken "Bir daha kesinlikle tiyatro açmayacağım." diye düşünmenize rağmen, 2. Dormen Tiyatrosu'nu kurdunuz. Nasıl gelişti bu süreç?

-Egemen Bostancı'nın etkisi oldu bunda. Egemen Bostancı'yla çalışıyordum ben, çok da mutluydum onunla çalışmaktan. Egemen Bostancı bir gün bana Feriköy'deki bir tiyatro için "Gidip bir baksana, belki orada bir komedi tiyatrosu yaparız." dedi. Ben de gittim, baktım gayet iyiydi. Yani binayı bir hâle yola koysak  bütün hasarına rağmen çok güzel akustiği olan bir binaydı. Biz orada başladık çalışmaya, sonra bir gün Egemen bana "Affedersiniz ama buranın adı neden Egemen Bostancı Tiyatrosu oluyor? Her şeyi siz yapıyorsunuz, Dormen Tiyatrosu olarak yapalım." dedi. Emrivaki oldu yani. 17 sene de sürdü sonra.

-Tabii tiyatromuza damgasını vurmuş Lüküs Hayat oyununu da atlamamak gerekiyor. 
-İlk önce yapmak istemiyordum ben onu. Çünkü bir kere yapmıştım televizyonda, iyi olmamıştı. Fakat Gencay Gürün ağzımdan girdi, burnumdan çıktı ve ben yaptım. (Gülüyor.) İyi ki de yapmışım. Geçen sene 3 tane yaptım yine biliyorsunuz: İzmir Operası, Mersin Operası, Eskişehir Şehir Tiyatrosu. Hatta Şehir Tiyatrosu'ndaki burada,Zorlu'da, 3 gece 7000 kişiye oynadı.

-İstanbul Şehir Tiyatroları'nda, ilk yaptığınız Lüküs Hayat da 28 sene oynuyor.

-Lüküs Hayat'ın garip bir büyüsü var. Nerede yapsak tuttu. Bir de Zihni Göktay'ın doğaçlamaları var tabii, bana göre rüküşlük ama...(Gülüyor.) Ben sevmezdim ama o yapardı. "Patron hoşlanmaz ama ben yine de yaptım, kusura bakmasın." gibi laflar ederdi. Sahneye çıktığım zaman zaten ben diyordum ki "Bu akşam iki oyun seyrettiniz: Birincisi benim sahneye koyduğum Lüküs Hayat, ikincisi Zihni Göktay One Man Show" (Gülüyor.)

-Hisseli Harikalar Kumpanyası'nda da böyle bir mesele olmuş galiba. Yani sizin yönettiğiniz oynanan oyun arasında farklar olmuş. Anlatır mısınız bunu?

-Evet. Kadıköy'de oynanırken gittim bir gece gizlice. Oyuncuların geldiğimden haberi yoktu. Gittim sahne arkasına, topladım herkesi. Dedim ki "Ben ismimi çıkartıyorum oyundan." Akıllarına geleni söylüyorlar, olmaz öyle şey. Tiyatroda buna çok karşıyım.

-Kim vardı topladığınız oyuncular arasında?

-Adile Naşit, Erol Evgin, Ayşen Gruda, Kartal Kaan herkes vardı işte. Sonra ben sinirlendim sinirlendim, masaya tekme attım. Sonra gazetecinin birisi "Neden masaya tekme attınız?" diye sordu, "Ee ne yapacaktım, Adile Hanım'a mı tekme atacaktım?" dedim. (Gülüyor.)

-2001 yılında 2. Dormen Tiyatrosu da izleyiciye veda ediyor. Nedeni neydi bunun?

-Evet. Maddi sıkıntılardan dolayı kapatıldı. Bir de depremden sonra bizim tiyatro aşağıda diye kimse gelmemeye başladı. Yani rağbet azaldı. Bir de devresini doldurdu gibi geldi artık bana.

-"Kapattıktan sonra herkes üzülmesine rağmen ben daha özgür ve daha çok katkı sağlayarak devam ettim yoluma." gibi bir ifadeniz var.

-Çok mutlu oldum kapattığıma. Çünkü artık Mersin Operası'nda istediğim gibi oyun sahneye koyuyorum. İzmir'e gidiyorum. Eskişehir'de 6 tane oyun koydum sahneye. Hem Eskişehir'in büyüsünü gördüm hem Eskişehir'deki çocuklarla çalışma fırsatı yakaladım. Bir kelime Kürtçe bilmememe rağmen Diyarbakır'da Kürtçe oyun koydum sahneye. Eğer kapatmasaydım işte bunları kaçıracaktım. Bütün bunlar tabii hoş şeyler. Şimdi mesela rol teklifi geliyor, istersem oynuyorum istemezsem oynamıyorum. Mesela Moliere'i teklif ettiler, çok hoşuma gitti. Çünkü ben Moliere'i çok severim, sahneye koydum fakat hiç oynamadım. Onun için işte 300 defadır oynuyorum. Şimdi Müfettiş'i teklif ettiler. Orada da kaymakamı oynuyorum. Ondan da büyük keyif alıyorum. İnşallah iyi olur o da. Bir film teklifi geldi işte vakit bulursam onu yapacağım.

-Hep sorduğumuz bir soru var bizim tiyatroculara. Diğer birçok tiyatrocuya göre karamsar bakış açısından çok uzak olduğunuz için sizin cevabınızı özellikle merak ediyorum: Tiyatroyu nasıl görüyorsunuz bugün?

-Ben çok iyi görüyorum. Bir kere yazar çıkıyor; yazar demek, tiyatro demek. Biz de çok fazla yazar yoktu. Yazar olmadan bir Türk tiyatrosundan bahsetmek mümkün değil. İşte şimdi bunlar çıkıyor. Bir tane iki tane değil bayağı insan çıkıyor. Devletin politikası çok şeyi baltalıyor şu an ama ben geçeceğine inanıyorum, geçecek.

-Son olarak sizin söylemek istediğiniz bir şey var mı?

-Ben umutsuzluğa çok karşıyım. Umutsuzluk demek, hayatı bitirmek demek. Bugün belki Türkiye'nin durumu insanları umutsuzluğa sevk ediyor ama öyle olmalarına gerek yok. Bu ülke karmakarışık bir durumdan 1923'te cumhuriyeti kurmuş; nasıl olsa altından kalkarız yine.


  Röportajımızın böylece sonuna geldik sevgili okuyucular. Umarız keyifli bir röportaj olmuştur. Sizlere birinci Dormen Tiyatrosu'ndan sonra ikincisinde de sansasyon yaratan oyun, Şahane Züğürtler'i sunuyoruz.





Röportaj: Salim ECE
Fotoğraflar: İrem TÜRKMEN


26 Haziran 2015 Cuma

Dünyaca Ünlü Jeoloğumuz Prof. Dr. Celal ŞENGÖR ile Evrim Üzerine

  Hepinize yeniden merhaba sevgili Sarı Sokak Lambaları okuyucuları, söz verdiğim üzere Celal Şengör hocamızla yaptığımız röportajın "Evrim" konulu ikinci kısmını sizinle paylaşıyorum.

İlk röportajı okumak için buraya tıklayın.

  Bu röportajda uzun zamandır değinmek, okuyuculara aktarmak istediğimiz evrim meselesini Celal Şengör'e sorduk. Bunu yaparken, soruların en temel şekliyle olmasına gayret ettik ve sorularımızda toplumun kullandığı argümanları kullanmaya çalıştık.  Bilgilendirici ve merak uyandırıcı bir röportaj olmuştur umarız.

-Hocam ilk olarak en temel meseleden başlayarak bir soru sormak istiyorum; biz toplum olarak neden evrimle barışamıyoruz? 

-Cahil olduğumuz için. Bizim temel eğitimimiz yok, hiç yok. Yani ilkokul eğitimimiz yok, ortaokul eğitimimiz yok, lise eğitimimiz yok; bu eğitimler olmadığı için sen alman gereken coğrafya dersini alamıyorsun, bir biyoloji dersini alamıyorsun, bir jeoloji dersini alamıyorsun, bir astronomi dersini alamıyorsun, bir matematik dersini alamıyorsun, bunları alamayan adam evrimi anlayamaz. Değil mi? Evrim içinde ihtimal vardır matematik lazım, efendime söyleyeyim, şimdi biz konuşuyoruz "Hayat dışarıdan gelmiş olabilir mi?" diye, biraz astronomi bilmen lazım Dünya'nın etrafında ne olduğunu anlamak için, evrim bir çevre içerisinde cereyan ediyor jeoloji bilmen lazım,  coğrafya bilmen lazım ki ortamları tanıyasın Dünya'da ve bir de tabii biyoloji bilmen lazım. Bunların hiçbirisi olmadığı için... Yani biz depremle niye başa çıkamıyorsak evrimi de o yüzden anlayamıyoruz. Bir de bu kadar cahil olduğumuz için biz masal dinlemeye çok meyilliyiz, yani masal dinleyince mutlu oluyoruz. İşte senin hiç çalışmana lüzum yok, Allah seni korur, işte üç çocuğun, beş çocuğun ,on çocuğun olsun aman merak etme Allah senin rızkını verir... E tabii böyle aptalca şeyler düşünen bir adam evrimi anlayamaz. Anlamak da istemez, işine gelmiyor çünkü. Yani evrim acımasız bir şey. Dawkins biliyorsunuz  "Evrim acımasız bir şey, ama biz insanların aklı var. Dolayısıyla evrimde kötü durumda kalmış hayvan veya diğer insanlara yardım etmeliyiz." diyor. Yani evrim bunu böyle getirdi diye bir tane de bizim vurmamız şart değil, diyor. Ona yardımcı olmalıyız, diyor; fakat bunları anlayabilmek için genel bilim kültürü almış olman lazım. Bu yok Türkiye'de, hiç yok.

-Hiç mi olmadı peki?

-Hiç olmamış hayır, hiç olmamış. Yani Atatürk'ün büyük çabası bunu yerleştirmekti. Onun için Almanları getirdi, onu getirdi, bunu getirdi filan ama adamın on beş senesi vardı yahu, on beş sene sonra öldü adam. On beş sene yönetebildi Türkiye'yi, e on beş senede de yapılacak tonla iş var; işte sanayi getirilecek, demir yolları yapılacak, alfabe değişecek, değil mi, yani o saçma sapan yazdığı okunamayan alfabeyle... En iyi tahsil görmüş adam bile ,daha önce duymadığı bir kelimeyse, yazdın mı okuyamıyor. Yani bu sıkıntıların olduğu bir yerde tabii evrimin anlaşılması mümkün değil.

-Siyaset Meydanı'nda iki tane ilahiyatçımızla yayına çıktınız, ben bu yayını izledikten sonra bir şeyi çok merak ettim: Genelde bilimden gelen insanlarla ilahiyatçılar bir araya gelmezler, çünkü bu hususta karşı tarafın bilimsel olmayan fikirlerine meşruiyet kazandırmak istemezler; ama siz çıktınız, neden?

-Ben tabii çıkarım, gayet basit, şimdi benim niyetim toplumumu eğitmek, adamın ne kadar zırva konuştuğunu göstermen lazım. Bırak konuşsun, senin göstermene gerek kalmıyor zaten o kendini ele veriyor. Dolayısıyla onlara fırsat vermek lazım, bırak konuşsunlar. Ve ben ondan sonra, ekşi sözlükte, orada, burada filan reaksiyonlara baktım; o tartışmanın galibi benim milletin gözünde. Anlatabiliyor muyum, işte bunu sağlamak lazım.

-Yani faydası olduğunu düşünüyorsunuz?

-Tabii, kesinlikle. Ben o programdan sonra ilahiyat öğrencileriyle uzun uzun oturdum dışarıda, lak lak ettim. Bunu yapmak lazım. Yani adama "Sen bilmiyorsun, git oradan." dememek lazım.

-Size göre İslam dini bilimin önünde mi duruyor?

-Müslümanlık bilimle son zamanlara kadar hiç çatışmamış. Şimdi cehalet var. Yani kardeşim Müslümanlık öyle bir hâle geldi ki Müslümanlıkla alakası kalmadı. Miladın on birinci yüzyılına kadar Müslümanlara bakıyorsun; Avrupalılardan çok daha medeniler, çok daha ciddi bilim yapıyorlar,önemli keşifler yapıyorlar, kitaplar yazıyorlar filan. Avrupa'daki Rönesans'ı mümkün kılan Müslüman Literatürü'dür ve Müslüman Medeniyeti dediğimiz medeniyet Avrupa Medeniyeti'nin bir parçasıdır, ayrı düşünülemez. Yani Yunan Medeniyeti, Müslüman Medeniyeti'ne el vermiştir; Müslüman Medeniyeti, Rönesans ile Avrupa'ya el vermiştir, birbirinin devamıdır bunlar. Fakat Müslümanlık o kadar geri kalmış ki... Bunun sebebi de Türk-Moğol istilalarıdır. Yani mahvetmişler. Ne cemiyet kalmış ne bir şey kalmış. Çünkü Müslümanların gözlem evleri var, akademileri var, kitaplıkları var falan. Düşün, Hülagü Bağdat'a bir geliyor, diyorlar ki Dicle üç gün siyah aktı mürekkepten, bütün kütüphaneleri döktürmüş herif ne lüzum var bunlara diye. Cengiz Han, biliyorsun, Çinlilere öyle hakaret edermiş "Bunlar kitap yazıp şehirde oturan herifler." dermiş. Dolayısıyla Müslümanlık'ın bugünkü sıkıntısı cehalet; kendi yaptıklarını bilmiyorlar, Müslümanlık tarihini bilmiyor bu herifler. Zavallı Fuat Sezgin yırtınıyor ama Fuat Sezgin'i dinleyen yok.

-Evrime yeniden dönmek istiyorum hocam. Çok genel bir soru soracağım, birçoklarının kafasını kurcalayan bir soru bu: Evrim mekanizması nasıl çalışır? 

-Çok basit. Evrim mekanizması, herhangi bir canlının içerisinde meydana gelen bir mutasyonun, yani küçücük bir değişikliğin, o canlının çevresinden bu değişikliği geçirmeyen diğer canlılara göre daha kolay istifade etmesi ve bu kolaylığı kendi çocuklarına geçirerek ötekilere üstünlük sağlamasıyla oluşuyor. Dolayısıyla ötekiler bu grupla aynı çevre içinde yaşadıkları için, bu grup eğer çevreden daha iyi faydalanıyorsa, ötekiler zamanla çevreden faydalanamamaya başlıyorlar ve dolayısıyla ortadan kalkıyorlar, bu birincisi. İkincisi ise talihsizlik. Dinozorların ortadan kalkışını düşün; dinozorlar çevreye fevkalade uyum sağlamış, muazzam bir çeşitlilik gösteren bir grup. Gök taşı bir çakıyor, nereden bilsin hayvan, buna uyum sağlayamaz ki, değil mi, dinozorlar gidiyor, bütün büyük sürüngenler gidiyor, bir anda kayboluyorlar. Böylece bize ortam açılıyor. Şans, tamamen şans. Onun için mesela Engels, Charles Lyell'e çok kızıyor Dialektik der Natur'da. İşte diyor "Sen her şeyi şansa bağlıyorsun, bu böyle olamaz. Her şeyin kanunu kuralı olmalı." ve Marx, Darwin'in kitabı için "Bu, insanlık için bir hicviyedir." diyor.

-Cansızlıktan canlılığa nasıl geçildiği de çok merak edilen bir konu. Bu nasıl oldu?

-Yani bunun nasıl geçildiği 1950'lerde ortaya çıkarıldı, değil mi, Miller-Urey deneyiyle bir kabın içerisinde canlı malzemesi (bir takım moleküller) koyarak ortaya çıkartıldı bu. Bir kere canlı dediğinde canlının tanımı nedir? Mesela virüs canlı mı değil mi? Kendi başına düşünen bilgisayar canlı mı değil mi? Her şey tanıma bağlı yahu. Mesela ilk organik moleküle nasıl geçildi? Ya da ilk organik molekülden aminoasite nasıl geçildi? Bunların hepsini yapmak, sentezlemek mümkün, tabiat da böyle yapmış.

Archaeopteryx
-Bir de çok sevilen, toplum olarak bayıldığımız bir mesele var: Ara form.

-Mesela dinozorlar nedir? Bütün bir dinozor süper sınıfı ara geçiştir. Şimdi mesela Archaeopteryx'i ele alalım, nedir Archaeopteryx? Biraz kuş biraz sürüngen. Yani kuş desen dişleri var yahu, bir de eşek gibi bir kuyruk var.

  Ara tür meselesinde asıl sorun şuradan kaynaklanıyor: Herkesin kafasında A türü > Ara tür> B türü gibi bir şema var. Bu şunu gösteriyor, siz bir düz çizgi gibi bir şey düşünüyorsunuz ve bu çizginin üzerinde belirli duraklar olduğunu varsayıyorsunuz. İşin doğrusu evrim bir sürü dalda oluyor. Pek çok paralel çizgi belirli ortamlara uyabilmek için aynı zamanlarda değişik evrim etaplarındalar. Mesela su samuru ve dev nehir samuru aynı aileden olmalarına rağmen birisinin ayağında perde yokken diğerininkinde var ve bunlar aynı anda yaşıyorlar.

-"İnsana gelince evrim durdu." şeklinde bir iddia var,hatta evrimin teorisini çürütmek(!) adına da çok kullanılıyor, doğru olmadığı aşikar, fakat ben yine de size sormak istiyorum.

-Şimdi insan deyince bir sürü tür var, floresiensis var, neanderthalensis var, erectus var, bunların hepsi var, niye dursun evrim? Biz tesadüfen son oyuncuyuz, bizden sonrası da gelecek çok yakında. Tabii, bizden çok daha zekisi çıkacak filan. Yalnız bizim şöyle bir yaptığımız iş var: Biz ortama müdahale etmeye başladık, biz çeşitli nedenlerle başarısız olması gerekenleri de başarılı hale getirdik. Dolayısıyla evrim yön değiştirdi bizde, yani artık eskisi gibi hızlı koşamayanı filan elemiyor evrim; bunun yerine belki de ileride aptalları elemeye başlayacak, zekaya göre bir eleme olacak. Daha insan çok yeni yahu, daha son yüz bin senedir varız, daha neler olacak ve oluyor da aslında. Mesela biz zencilerle farklıyız, zenciler bizlerden daha kolay doğurabiliyorlar; çünkü adamların kalça kemik yapıları değişik.


 Celal Şengör röportajlarının böylece sonuna geliyoruz sevgili okuyucular. "Evrim" temalı bu röportajımızın sizlerde ufak da olsa bir merak duygusu yaratması, araştırma isteği doğurması en büyük temennimiz. Röportajın mecburen kısıtlı kaldığının bilincindeyiz, bu sebeple, evrim konusuyla ilgilenen, araştırmak isteyen okuyucularımıza daha çok yardımcı olabilmek adına aşağıda bazı faydalı bağlantılar paylaşacağım.

Diğer röportajlarımızda görüşmek üzere, hoşçakalın.

1-)Celal Şengör'ün "Ara Form" temalı sunumu indirmek için tıklayınız (Kendisinden bizzat aldık, muhtemelen başka yerde yok.)
2-)Evrim Konusunda A'dan Z'ye bilgi sahibi olabileceğiniz, herkesin anlayabileceği bir kaynak: Evrim Ağacı için tıklayınız
3-)Röportajımız içinde geçen Miller-Urey deneyinin içeriğini öğrenmek için tıklayınız
4-)Yine röpörtajımız içerisinde geçen, Celal Şengör'ün ilahiyatçılarla çıktığı Siyaset Meydanı programı için tıklayınız
5-)Celal Şengör'ün evrim temalı bir videosu için tıklayınız

Röportaj: Salim ECE & Merve PEKER
Fotoğraflar: Merve PEKER

9 Haziran 2015 Salı

Dünyaca Ünlü Jeoloğumuz Prof. Dr. Celal ŞENGÖR ile Deprem Üzerine

  Sarı Sokak Lambaları'nın amacı, bu blogu kurmak fikri aklımda ilk canlandığı günden beri hep, değer görmeye layık insanların bilinmesi; fikirlerinin, görüşlerinin anlaşılıp hak ettikleri kıymete ulaşmasıydı. Bu amaca uygun olarak geçtiğimiz aylar içerisinde, Şehir Tiyatrolarının da 100. yılı olması sebebiyle, genel olarak tiyatro ve tiyatrocular üzerinde durduk. Bu yazıya başlarken ilk olarak röportajlara gösterdiğiniz büyük ilgiye teşekkür etmek istiyorum. İstisnasız hepsi, siz değerli okuyucular tarafından büyük takdir gördüler ve inanıyoruz ki ciddi bir farkındalık yarattılar. Önümüzdeki günlerde Haldun Dormen, Semih Sergen ve Cüneyt Arkın röportajlarının siz okuyucularımıza sunulacağının da müjdesini verelim. 

  Bugünkü röportajımız bilimsel bir röportaj, sorularımızın muhatabı ise Türkiye'nin ve dünyanın en önde gelen jeologlarından Prof. Dr. Celal Şengör. İTÜ Maden Mühendisliği'nde kürsüsü bulunan Şengör, Avrupa Bilimler Akademisi ve Amerikan Bilimler Akademisi'nin ilk, Rus Bilimler Akademisi'nin de Fuat Köprülü'den sonra ikinci Türk üyesi. İki adet şeref doktorası, uluslararası alanda otuz bir adet şeref payesi ve ödül, College de France'da profesörlük gibi pek çok ünvanın ve ödülün de sahibi.Hocamıza ulaştığımızda ve düşüncemizi bildirdiğimizde bizi hiç kırmayıp evine davet etti ve otuz bin kitaplık meşhur kütüphanesinde beraberce "Deprem" ve "Evrim" temalı iki ayrı sohbet gerçekleştirdik. Birazdan okuyacak olduğunuz "Deprem" temalı, ilk röportajımızdır.
  



-Hocam "Deprem doğanın kendisini en görkemli şekilde gösterme şeklidir; buna kızılmaz, ancak izlenir." demişsiniz.

-Evet, değil mi? Yani düşün ki bir depremin açığa çıkardığı enerji yüzlerce, binlerce atom bombasının enerjisine eşit. Muazzam bir şey! Bütün yer kabuğu hareket ediyor hem de gözünün önünde. Birkaç saniye içerisinde beş metre gidiyor, Sumatra'da on beş metre yükseldi. Muhteşem bir olay yani.Buna bağlı, denizin içerisinde olduğu zaman bazen tsunami oluyor, hatırlıyorsunuz 2004 tsunamisini, darmadağın etti Hint Okyanusu'nun etrafını. Yani muhteşem bir şey. Ben hayranlıkla izliyorum her deprem olduğunda. Bilhassa, bizim İzmit Depremi olduğu zaman biz araziye gittik tabii depremden sonra, yani ders kitaplıktı, o kadar güzel. 

-Kolay oluyor mu hocam böyle bakmak? Yani deprem kendi içerisinde böyle bir gücü barındırıyor olabilir ama insanlar ölüyor sonuçta.

-Yani insanların ölmesi doğa olaylarında sık karşılaşılan bir şey. Heyelanlarda oluyor, volkan patlamalarında oluyor, salgın hastalıklarda oluyor değil mi , bunlar doğal olaylar. Ama her gün önünüzde yüz binlerce hayvan ölüyor, her gün kaç tane böceğin üzerine basıyorsun sen farkında olmadan. Eve gidince kötü hissediyor musun kendini? Aynı şey. 

-Bu insanın kendisini üstün görmesiyle ilgili galiba.

-Yani biz kendimizi bir şey zannediyoruz. İşte "İnsan hayatı çok önemlidir." filan. Niye yahu kardeşim? Yani insan hayatı hakikaten çok önemlidir; ancak o hayata sahip insan bir şey katıyorsa insanlığa, tabiatı anlamamıza yardımcı oluyorsa. Yani bir Einstein'ın ölümü büyük bir felakettir, efendim, bir Darwin'in ölümü büyük bir felakettir. Çünkü o muhteşem kafa ortadan kayboluyor, o zaman kahroluyor insan. Ama yani gündelik hayatı yiyip içip seks yapmaktan ibaret olanlar; sokaktaki köpeğe ne oluyorsa ona da o oluyor. "Ya vah vah" diyorsun, çoluğu çocuğu biraz üzülüyor, ondan sonra onlar da unutuyor. Ya beni en çok insan ölümlerinde üzen her zaman geride kalan küçük çocuklar. O büyük facia, o çok büyük bir facia , çocuğun hayatı derinden etkileniyor, bazen pozitif etkileniyor, kendi başına bir şeyler yapmayı öğreniyor; bazen de çok negatif etkileniyor, bakıyorsun ömür boyu o yarayı taşıyor çocuk. Bu çok korkunç bir şey; ama öteki türlü insan ölümünün benim için hiçbir özel tarafı yok.

-Siz daha çok depremin güzelliğiyle ilgileniyorsunuz o zaman.

-Aa, o muhteşem bir olay. Hatta Neşe Düzel benimle bir kere bir röportaj yaptıydı, İzmit Depremi için "Çok yakışıklı bir deprem." dedim. Neşe bunu yayımladı, Taraf'ta yayımladı yanılmıyorsam, Neşe'ye e-mailler geliyor "Senin ellerin kırılsın." diye. Neşe beni arıyor "Yahu bana niye küfrediyorlar, sen söyledin." diyor bana (gülüyor). Yani hakikaten çok güzel bir depremdi.Anlatmam mümkün değil, dedim ya size, ders kitaplıktı. Yani araziye gittiğiniz zaman o meydana gelen yapılara bakıyorsunuz, işte bizim öğrencilere öğretmeye çalıştığımız, hepsi vardı yahu, muhteşemdi.

-Peki hocam, benim ve eminim pek çok kişinin de merak ettiği bir husus var: İstanbul'da ne zaman bir deprem bekliyoruz?

-Bunu bilemeyiz. Şöyle söyleyeyim size. Bir yay düşün, ağır bir tuğlaya bağlı olsun; çek çek çek, birdenbire tuğla bir müddet gider ondan sonra tekrar durur, sen çekmeye devam edersen tekrar gider tuğla. Bu tuğlanın ne zaman gideceğini bilmiyoruz. Şimdi, kabaca, ama çok kabaca, 250 yılda bir İstanbul'da deprem oluyor. Bu, Kuzey Anadolu Fayı'nın Marma Denizi altındaki branşının kırılmasıyla ilgili. Şimdi bunun tam ne zaman olacağını bilmememizin sebebi, bunun bir kırık olayı olması. Mesela sen arabanda gidiyorsun, bir taş geliyor ve ön camı çatlatıyor; o cam ne şekilde çatlar bilmiyorsun, değil mi, herkesin camı başka çatlıyor. Hepsinde benzer bir görünüm var; işte radyal, yan taraflara dağılıyor çatlaklar ama herkesin çatlağı değişik. Dolayısıyla kayaların içerisinde de böyle. Çatlak oluşumu son derece karmaşık, kaotik bir olay. Kaotik olay biliyorsunuz deterministtir; fakat çok karmaşık olduğu için önceden kestiremiyoruz. Siz mesela Lorenz'in Su Değirmeni'ni biliyor musunuz, hiç duydunuz mu? Lorenz'in su değirmeni şöyle: Bir değirmen düşünün, bunun etrafında kaplar var, bu kaplara su dolduruyorsunuz fakat kapların altı delik. Şimdi bir müddet dolduruyorsunuz, bir taraftan su kaybediyor, belli bir yöne doğru dönmeye başlıyor; giderek hızlanıyor, ondan sonra öyle bir hıza ulaşıyor ki kap yeteri kadar hızlı boşalamıyor, birdenbire tersine dönmeye başlıyor. Ne zaman tersine dönmeye başlayacak bunu kestiremiyorsunuz. Bu Edward Lorenz'in verdiği örneklerden birisidir. Lorenz bunu, millete hava olaylarını anlatabilmek için vermiştir. Meteorolojik olaylar da tamamen kaotiktir.

-Ben bu soruyu şunun için de sordum hocam aslında; sizin İstanbul'da 2000 yılından itibaren 50 sene içerisinde %70 itibariyle bir deprem olacağına dair bir ifadeniz var.

- %67. Yani %67 ihtimalle 7'den büyük bir deprem olacak 2000'den itibaren 50 sene içerisinde. Ama %67 olacak demek, değil mi, %33 ihtimalle de olmayacak demek, yani onu da unutmamak gerek.

-Fakat yine de çok büyük bir oran.

-Evet çok büyük bir oran. Tarihte de hep olmuş, eninde sonunda olacak yani, o kaçınılmaz. Dolayısıyla şehri buna hazırlamanız lazım.

-Peki biz hazır mıyız sizce? Marmara Depremi'nden sonra bir şeyler değişti mi?

-Sanmıyorum. Neden sanmadığımı söyleyeyim, bir örnek vereyim; bundan bir kaç sene evvel, Mehmet Ali Birand henüz hayattayken, beni bir televizyon programına çağırdı. Televizyon programına, TBMM Deprem Komisyonu başkanı bağlandı. Bu, AKP'li bir zat. Biz de gazeteler de okuduyduk, bu zat demiş ki: "Ben Japonların raporunu gördüm, dudağım uçukladı,ne kadar büyük bir tehlike!" E, yani, bu 2000 senesinde biliniyordu, arkadaşın 2007'lere, 2008'lere kadar beklemesine lüzum yoktu dudağının uçuklaması için. Sonra, Japonların yazdığı raporlar bizim araştırmalarımıza dayanıyor, Japonlar gelip özel araştırma yapmadılar ki; adamlar buradaki araştırmaları topladılar , baktılar ciddi bir tehlike var. Depremden sonra Marmara Denizi dünyanın en iyi bilinen denizlerinden bir tanesi hâline geldi. Bu araştırmalarda bütün parayı, yanılmıyorsam bir 48 bin lira hariç, bütün parayı Avrupa verdi. Türkiye'nin katkısı sıfır yahu, hiç yok. Yani bilimsel katkı olarak da iki tane üniversite bu işi yapıyor: Mühendislik kısmını Boğaziçi yapıyor, jeoloji kısmını İTÜ yapıyor, bu kadar. Böyle bir şey düşünebiliyor musunuz yahu? Dolayısıyla o adamcağızın söylediklerinden yola çıkarak ben kendisinin yüzüne de söyledim dedim ki: "Kardeşim, böyle bir cehaletle ülke yönelitmez." "Siz bana cahil diyemezsiniz." dedi. E, ne diyeyim, "Hadi bilgisiz diyeyim." dedim.

-Son zamanlarda olası bir İstanbul depremiyle ilgili en çok endişe duyulan konuların başında Marmaray geliyor. Siz bildiğim kadarıyla zemin etüdünde yer aldınız. Marmaray dayanıklı mı depreme?

-Evet. Beni bu işi karıştıran da sizin okulunuzda, Kandilli'de çalışan, Mustafa Erdik'tir. Mustafa bana "Bir fizibilite raporu yazar mısın?" dedi, "Tabii, yazarım." dedim. Tabii Mustafa'nın mühendis olarak ilgilendiği şu: Marmara üzerinde faal fay var mı? Ben de yaptım etüdü verdim, "Yok böyle bir şey." dedim. Altı da çamur zaten, mühendislik olarak burada yapılabilir,  emniyet açısından belki daha başka yerlerde yapılacaklardan daha maliyetli olabilir ama, yapılabilir raporu verdim. O da tamam dedi. Ondan sonra Japonlarla filan ortak bir sürü çalışmalar yapıldı. Yani o konuda ben Mustafa'ya güvenirim; eğer Mustafa "Buna bir şey olmaz." diyorsa olmaz.

-Bir de Adalar konusu var tabii. Olası bir depremde Adalar'ın çok büyük bir hasara uğrayacağı söyleniyor.

-Evet, çünkü adaylar hemen fay hattının omzunda duruyorlar. Burada olacak bir depreme en yakın yerleşim yerleri adalarda; dolayısıyla burada çok sallanacaklar, çok büyük ivmeler olacak ve dolayısıyla bu, adaya büyük zararlar verir. E o zaman orada ev yaparken dikkatli yapmanız lazım; oradaki evi güçlendirirken ona göre güçlendirmeniz lazım. Yani Adalar'da yaşayarak burnu bile kanamadan depremi atlatmak mümkün; ama ona göre tedbir almak lazım, ne kadar ivme olacak, ne olacak bilmek lazım.

  Bakın, bu kadar röportaj filan yaptılar benimle televizyonlarda, gazetelerde filan, bir kişi, sadece bir kişi bana ivmeleri sordu: Süleyman Demirel. Niye? Çünkü Süleyman Demirel mühendis ve iyi bir mühendis. Yani hiç unutmuyorum beni çağırdı, gittim, konuşuyoruz işte ben anlattım jeolojisini filan tam deprem çözümlerini koyacağım "Onları bırak." dedi, "İvmeleri yaz." Biz de iyi ki bir hafta evvelden filan yapmıştık, "Hatırladıklarımı yazayım sayın cumhurbaşkanım" dedim. Baktı, "Bu iş fena." dedi. "Evet, sayın cumhurbaşkanım. Bir felaket!" dedim.

-Denizde doldurulan alanlar ne olacak peki depremde?

-Vallahi hayatım, denizde doldurulan alanların istikbali hoş değil. Çünkü altı dolgu olan her yerde frekans büyüyor. E, frekans büyüdükçe altına vurma ihtimali daha çok artıyor. Dolayısıyla buralar büyük zarar görecek, kesin. Tabii dolgu olsun, yapay dolgu olsun, çok büyük zarar görecek.

-Hocam, olası bir depremin yol açacağı can ve mal kaybının hesabı da yapıldı bildiğim kadarıyla. Ne kadar bir hasarla karşılaşacağız?

-Evet yapıldıydı, 50 milyar dolar telaffuz edildiydi Aykut Barka tarafından. Ben o zaman dediydim, bunu ikiyle çarpın, çok daha fazla olacağından eminim ben. Çünkü deprem olacak, deprem olduktan sonra yangınlar olacak, yangınlardan sonra yağma olacak, millet birbirini öldürecek, kimse yiyecek bulamayacak. Şehirden kaçmayı düşünebiliyor musunuz siz? Normal bir zamanda karşıya geçmem benim iki saat sürüyor. Bir de depremi düşünün. Trafiğin ne hâle gelebileceğini düşünebiliyor musunuz?

-Biz de bunu konuşuyorduk, Marmara Depremi sırasında deprem bölgelerine İstanbul'dan çok fazla yardım geldi filan ama olası bir depremde çevre illerin İstanbul'a yardım etmesi imkansıza yakın herhalde.

- Tabii yahu nasıl ulaşacaksın? Ulaşacağın tek yer var: Deniz. Denizden ulaşmanın yolu da müteharrik yani hareketli iskeleler yapmak. Yok böyle bir şey, böyle bir teşebbüs görmüyorum ben. Yani deprem olduğu takdirde bir yerden müteharrik iskelelerin gelip derhal belirli yerlere bağlanıp oradan şehri beslemeye başlamaları lazım. Öyle bir durumda da iskelede olman lazım malı alabilmek için. Nişantaşı'nda oturuyorsan nasıl alacaksın? Nasıl ulaşılacak oraya? Korkunç bir şey yahu! Yani İstanbul'un içinden bir sürü doğal gaz borusu geçiyor, e bu doğal gaz boruları alev fıskiyelerine dönecekler. İstediğin kadar gazı kapat sen, içinde hâlâ gaz var onun. Northridge Depremi'ni hatırlıyor musunuz siz? 90'lı yıllarda oldu California'da, alev fıskiyeleri hâlinde çıkıyordu doğal gaz boruları patladığı zaman, öyle olacak İstanbul. Düşün, yassı olmuş bir binanın içerisinde kurtulmuşsun, altından alev geliyor, tost makinesinde gibisin. Korkunç bir şey yahu! Ben bir kere dediydim, Türkiye'nin bağımsızlığı dahi tehlikeye girecek; çünkü altından bizim tek başına kalkmamız mümkün değil. Adamlar diyecek ki "Evet, yardım ederiz ama karşılığında biz de şunlara şunlara müdahale ederiz." Mesela düşün, "İstanbul kültür varlıklarından tahrip olanlar var, bunların restore edilmesi lazım." diyeceksin, adam "Sana parayı vermem çünkü bir kere verdik yok ettin." diyecek, değil mi, İzmit'te verilen paralar nereye gitti belli değil. Diyecekler ki "Biz kendimiz gelir yaparız." Ee, adam bir kere buraya girdi mi çıkmaz.

-Son olarak sormak istediğim soru: Bu düzeltilebilir mi sizce? 

-Tabii. Her an düzeltilebilir. Aklı başında bir yönetim anında düzeltir.

-Nasıl? Sadece binaları düzelterek mi?

-Hayır hayır, bir plân yaparak. Şimdi şöyle düşünün, deprem bu akşam olabilir, o zaman yapacak hiçbir şey yok;  deprem elli sene sonra olabilir, o zaman yapacak çok şey var. O zaman dersin ki benim önceliklerim şunlar, yani benim önceliğim nedir: Deprem çok yakın zamanda olursa halkı nasıl besleyeceğim, evi barkı yıkılan insanları nasıl yerleştireceğim, nerelere yerleştireceğim, bunların istikbali ne olacak, hastaneleri ne yapacağım, müteharrik hastaneler nerelere gelecekler gibi. Bunlar yapılırsa her an düzeltilebilir durum.


Evet sevgili okuyucular, Prof. Dr. Celal Şengör ile ilk röportajımızı böylece noktaladık. Bir diğer röportajımız "Evrim" konulu olacaktır. Sıradaki röportajımızda görüşmek dileğiyle. Bu arada aşağıda belki merak edeceğinizi düşündüğüm Lorenz Değirmeni'ni paylaşıyorum. Özellikle 6.11'den sonra izleyebilirsiniz.



Röportaj: Salim ECE & Merve PEKER
Fotoğraflar: Merve PEKER







23 Mayıs 2015 Cumartesi

Tiyatro Duayeni Zihni Göktay ile Röportaj -2



Zihni Göktay ustamızla ilk röportajımızın devamı olan bu röportajı bir Cibali Karakolu oyunu öncesi Kağıthane Sadabat Sahnesi'nde gerçekleştirdik. Söz verdiğimiz gibi Lüküs Hayat, Cibali Karakolu ve ustanın meşhur tuluat sanatı üzerine konuştuk.


İlk röportaj için tıklayın.





-Türk tiyatrosuna damga vuran bir eser: Lüküs Hayat. Siz bu oyunu 28 yıl aralıksız oynadınız. Hikâyesini anlatır mısınız bize, nereden çıktı bu oyunu oynama fikri?

-Gencay Gürün 1984'ün temmuz ayında Şehir Tiyatroları'na genel sanat yönetmeni olarak atandığında bu oyunu oynatmak istemiş ve yönetmen olarak da Haldun Dormen'i düşünmüş. Haldun Dormen, Lüküs Hayat'ı daha önce televizyonda deneyip başarısız olduğu için başta bu teklife sıcak bakmamış ama Gencay Gürün onu sonradan ikna etmiş. Hem meslektaşım hem de bir sanat büyüğüm olarak çok takdir ettiğim bir insandı Haldun Ağabey, fakat o zaman bizim pek bir samimiyetimiz yoktu. Gencay Hanım da yeni atandığı için onunla da aynı durum, zaten kendisi Margaret Thatcher gibi "Demir Leydi" bir vaziyetteydi, hepimiz saygıdan çekiniyorduk kendisinden. Bir gün Radyo Evi'nden çıktım ve tiyatroya gelirken Suna Abla ile karşılaştım. "Hayrola ablacığım?" dedim, çünkü o sırada bizim tiyatroda değildi, Egemen Bostancı'nın müzikallerinde filan oynuyordu Şark Tiyatrosu'nda. "Gencay çağırttı beni, Lüküs Hayat'ı koyacakmış." dedi. Lüküs Hayat da benim 1962 yılında seyredip de bir ütopya halinde "Acaba bir gün ben de oynayabilir miyim?" diye çok canıgönülden istediğim bir şeydi. "Aa, abla öyle mi?" dedim, bir şimşek çaktı benim kafamda tabii, ben bu işi nasıl yapsam, diye düşünüyorum. Çünkü Gencay Hanım ile resmiyiz, bir de genel sanat yönetmenimiz, hayatımda yapmadığım da bir şey yani gidip "Bana verin bu rolü." denir mi? Neticede ben bunu kafamda oluşturdum, kafamda bir embriyo iken bir cenin haline geldi , doğum haline gelmiş bir çocuk gibi beynimin içinde çalkalanıyor. Bir gün duydum ki tiyatroda bir yönetim kurulu toplantısı yapılacakmış, Sezai Altekin ile beraber TRT'de dublajdayız o sırada.Öğle yemeği tatilinde atladık, Sezai'ye de ben ön ayak oldum çünkü ona da Lüküs Hayat'ta düşündüğüm bir rol var, Fıstık rolü. Geldik, çıktık yönetim kurulu odasına, içeride Haldun Dormen var, Burçin Oraloğlu var, Gencay Gürün var, Hakan Altıner var, daha birtakım yönetim kurulu üyeleri var. Girdim, "Böyle böyle bir şey duydum, bugün de galiba isimler oluşturuluyormuş." dedim. Hakikaten yalan değil, o gün oluşuyormuş isimler, ben kafalarına kendi ismimi sokmak için gittim. "Ben bu role talibim, bu rol benim Gençlik Tiyatrosu'ndan beri hayalimdi, sizi mahcup etmeyeceğim, eğer bana vermezseniz ve yarın öbür gün emri hak vaki olursa vicdan azabı çekersiniz, benim mezarımdan duman tüter." dedim. Sonra atladık taksiye biz yine dublaja gittik ama o gece uyu uyuyabilirsen. O gece öyle uykusuz geçti, ertesi gün tiyatroda asılan bir isim listesi yok, derken bir hafta böyle geçti, sancılar içindeyim yani. Sonra 1 hafta geçti bir baktık,  Rıza rolü Zihni Göktay, Fıstık Sezai Altekin, Zeynep Suna Pekuysal, tam istediğimiz gibi yani. 1984 kasımında provalara başladık, 6 Mart 1985 Çarşamba günü saat 20:30'da prömiyer yaptık ve o gün de kızım Zeynep doğdu. Zeynep ismi de Lüküs Hayat oyunundaki sevgilimin isminden geliyor. Ben bu oyunu 28 sene oynadım, benim etrafımda 134 kişi değişti, bir tek ben kaldım,55.000 km turne yaptık, beni Guinness Rekorlar Kitabı'na aday gösterdiler, hakikaten aynı rolü, aynı oyuncunun 28 sene oynadığı tek aktör benim büyük bir ihtimalle.

-Öğrendiğime göre Nazım Hikmet'in de bir katkısı olmuş Lüküs Hayat'ın metnine?

-Evet, anlatayım.Cemal Reşit Rey ile bizzat görüştüğümüzde "Monşer" dedi, Paris Konservatuarı mezunu olduğu için böyle konuşuyordu, "Duyduğuma göre Hazım'ın rolünü siz oynuyormuşsunuz." dedi. Hazım Körmükçü oynamış bu rolü, Lüküs Hayat'ı da meşhur edenlerden kendisi. "Evet hocam dedim, beni uygun görmüşler." dedim, tabii ben gidip istedim rolü demedim de beni uygun görmüşler dedim."Şimdi biraderim, Ekrem Reşit Rey, çok sıkışık vaziyetteydi." dedi. "Muhsin Bey ille Kasım ayında başlayalım istiyordu operete." dedi. Darülbedayi'de o sıralar oyunların hepsi tutmuyormuş, çoğu klasik oyunlar, Shakespeare'ler filan. İstanbul'da tarihi yarımadadaki seyirci Pera'ya çıkmıyor zaten çok fazla 1930'lu yıllarda.O zamanlar  Pera'da oyunu seyredenler, Levantenler , Rum/Yahudi/ Ermeni ekalliyet (azınlık) ve bazı elit tabakadan insanlar. Onlar da tabii çabucak tükeniyor, dolayısıyla Şehir Tiyatrosu 15-20 günde oyun değiştirmek zorunda kalıyor. Bu da epey kadroyu zorluyor hem maddi hem de manevi açıdan. Belediye meclis üyeleri Şehir Tiyatrosu'nu kapatmak gibi bir fikir öne sürüyorlar o zaman, belediyeye bağlı olduğumuz için zaman zaman hep gündeme gelen bir şeydir bu, Şehir Tiyatroları siyasi çalkantılara çok açıktır yani. İstanbul Belediye Başkanı Muhittin Üstündağ o zaman diyor ki Muhsin Bey'e "Muhsin, beni epey sıkıştırıyorlar Şehir Tiyatrosu'nun bütçesi açısından, biraz yeni müzikaller yapsak da seyirciyi çeksek." diyor. Muhsin Bey de sevmiyor operet filan hep ağır oyunlar seviyor işte Rus Tiyatrosu, Alman Tiyatrosu, Danimarka Tiyatrosu filan. Muhittin Bey'in söyledikleri üzerine kabul ediyor bu fikri tiyatroya bir zeval gelmesin diye. Aklına hemen Cemal ve Ekrem Reşit Rey kardeşler geliyor. "Bizim esintilerden, konusu bizden olan bir şey yazar mısınız?" diyor. Cemal Reşit Rey yazmaya girişiyor ama bir taraftan da 10. yıl marşını yetiştirmeye çalışıyor. Ekrem Reşit Rey de, 38 tane şarkı sözü var, artık tıkanıyor, yazamıyor.Muhsin Bey Nazım Hikmet'e gidiyor, Nazım o sıralar Büyük Londra Oteli'nde kalıyor, "Nazım,bizim şarkı sözlerinden bir kısmını Ekrem yetiştiremedi, acaba bize yardım eder misin?" diyor. "Ederim ama benim adım çıkmış dokuza inmez sekize, benim başım 141 ve 142'den ikide bir belaya giriyor, şimdi oraya bir şey yazsam sizin operetinize de halel gelir. İsmimin yazılmaması şartıyla ancak yardımcı olabilirim." diyor. Muhsin Bey kendi cebinden Nazım'a, resmi evraka geçmemek kaydıyla, bir kereliğe mahsus 75 lira para veriyor. Zannederim,kesin değil ama, Refik Erduran'ın da açıklamalarına göre, "Şişli'de bir apartıman/yoksa eğer halin yaman/nikel-kübik mobilyalar/duvarda yağlı boyalar" diye başlayan sözler Nazım Hikmet'e ait.

-Zihni Göktay deyince tabii insanın aklına hemen tuluat geliyor. Yüzyıllarca yıllık bu geleneğin günümüzde en önde gelen temsilcisisiniz. Nedir,nasıl bir şeydir tuluat?

-Tuluat, hudayinabit dediğimiz, Allah vergisi bir olaydır.Ben de hazır cevap denilen şey çocukluğumdan beri vardı, bu tiyatroda da devam etti. Ben,sosyal çarpıklıkları, politikayı çok iyi takip ederim, günde 3 tane gazeteyi hatmederim. Fazla slogansız ve başımın belaya girmeyeceği şekilde bunları hiciv olarak, ironi olarak yaparım. Bunları yapma cesaretini bulabilecek bilgiye de sahibimdir. Fakat doğaçlamada, montajsız bir iştir çünkü bu, ağızdan çıkan her kelime sıkılmış bir diş macununu aynı tüpe sokmak kadar zordur. Söz ağızdan çıkmadan önce esirinizdir, ağzınızdan çıktıktan sonra siz onun esiri olursunuz, düzeltemezsiniz bunu. Onun için oyunun bütününü zedelemeden, Türkiye'de yaşadığım, gözlem yaptığım birçok olayla ilgili tuluat yaparım. Bir gün yaptığımı ertesi gün yapıp yapmayacağım meçhuldur. Bir oyunda yaparım, tutarsa bırakırım; tutmazsa spatulayla kazırım, başka bir zaman, yerine başka bir şey ikame edinceye kadar öyle kalır. Bir de ansızın meydana gelen, salonda olan bir hadiseye karşı hazır cevabımdır, onu da yerine getiririm. Halk, kendi söyleyemediğini, içinde kalanı oyunda benim ağzımdan duyunca karnının şişi iniyor, hoşuna gidiyor bu, alkışlıyor. Bir de ben, halkı rencide edecek, halkın yumuşak karnına dokunacak espriler yapmamaya gayret ederim.Halkın da bizimle beraber, aynı şeyle dalga geçebileceği şekilde yapmak lazım bunu. Mesela birbirine çarpmayla filan alakalı bir replik varsa eğer, katiyen "Kör müsün yahu önüne baksana!" gibi bir lafı koymam; çünkü belki bir görme engelli vatandaş izliyordur. Bir gece Resimli Osmanlı Tarihi'nde bir espri yaptım; benim oğlum orada küçükken havale geçirmiş, biraz engelli gibi birisini oynuyordu, ben de kızınca "Sen akraba evliliği de değildin ama neden böyle çıktın?" dedim, meğerse o gece izleyenler arasında akraba evliliği yapıp da engelli bir çocuğu olan bir çift varmış.  Sonradan bana mektup yazdılar, çok üzüldüm ve cevaben mektup yazıp özür diledim.

-Sizin bütün oyunlarınız tek bir koltuk boş kalmadan oynanıyor.Lüküs Hayat 28 sene böyle devam etti. Şimdi Cibali Karakolu'nda da aynı vaziyet söz konusu. Nedir bunun sırrı?
Cibali Karakolu'ndan bir kare.

-Oyunun iskeletini bozmadan güncellemekle alakalı bir şey. Mesela Lüküs Hayat 1932 yılında yazmaya başlanıp 1933'ün sonbaharında bitirilen bir oyun. O zaman İstanbul'un nüfusu 650 bin-700 bin  civarında.O zamanlar sosyal yaşantısıyla,espri anlayışıyla, halkın yaşayış biçimiyle şimdikinden çok farklı bir İstanbul var. Dolayısıyla oyundaki espriler de bize bayat gelmeye başladı. Oyunu ilk sahneye koyduğumuzda, 1984-1985 sezonunda, gülünen esprilere oyun yaşlandıkça gülünmediğini fark ettik. Ben de bazı esprilerin üstünü çizmeye, güncellemeye başladım. "Kısık ateşte, altını yakmadan muhafaza etmek" diyorum ben buna. Böylece sürekli  güncel tutabildik ve seyircimiz hiç azalmadı. Mesela Lüküs Hayat oyununa, rekor olarak, 14 kere geleni duydum ben.

-Bu sezon da, Şehir Tiyatroları'nın 100. yılında, Cibali Karakolu'yla seyircinin karşısına çıktınız. 

-Evet. Lüküs Hayat'tan sonra Şehir Tiyatroları'na bir kırgınlığım oldu benim. O yönetim boyunca da devam etti bu. Sonra bazı ciddi rahatsızlıklar yaşadım; bir koroner baypas ameliyatı ve bir mide ameliyatı geçirdim. Ayvalık'ta, Ada Kamp'ta dinleniyordum. Tabii bir de şöyle bir şey var, ben balkonda oturup ölümünü bekleyecek sanatçılardan değilim. Yani benim kahvem yok, meyhanem yok, at yarışım yok, tavla bilmem, okey bilmem, 30 sayfa kitap okurum, gözüm yorulur, bir yürüyüşe çıkarım filan ama vakit geçmiyor yani ben bir şey yapmak zorundayım, oynamak zorundayım. Seyircim de bana yolda "Zihni Bey özledik." diyor, o sırada dizi filan da yok. Neyse, 15 Ağustos'ta Erhan Yazıcıoğlu geldi yönetime. Erhan da benim 45 yıllık, kader birliği yaptığımız, çok sevdiğim bir arkadaşım. Onunla kadroya da beraber geçmiştik biz zaten. Telefon açtı bana "Gel Zihni, ben geldim, Cibali Karakolu'nu koyuyoruz sahneye, sen de Muammer Ağabey'in rolünü oynuyorsun." dedi. "Tamam, geliyorum." dedim. Nedret Denizhan, yönetmen arkadaşımız, ben de daha önce onunla 3 oyunda birden beraber çalışmıştım. Ben her yönetmenle iyi çalışırım ama Nedret'le daha iyi anlaşırım; Nedret benim dizginlerimi serbest bırakır "Sen yap, biz daha sonra ayıklarız." der, Cibali Karakolu'nda da öyle oldu. Böylece 23 Ağustos'ta provaya başladık, Erhan müzikli olacak, dedi; Ali Otyam müziklerini bestelemeye başladı, danslar manslar, müzikler girdi işin içine. Erhan "Ben, 100. yıl münasebetiyle 8 Ekim'de 'prömiyer' derim. 8 Ekim'de bu oyun perde açacak, Cibali Karakolu yüz akımız." dedi. Hayda, nasıl yetişecek? İki de bir teksti düzeltiyoruz, 1951 yılında adapte edilmiş oyun Muammer Ağabey tarafından, içinde birtakım politik göndermeler, espriler var, şimdi yaparsak başımızın belaya girebileceği şeyler var; hangisi ayıklayalım, neresini düzeltelim filan diye düşünürken 15-20 gün dramaturji çalışması oldu. En sonunda ayaklanalım artık, birazını da ayakta hallederiz dedik. İki ayağımız bir pabuçta, oyunu harıl harıl çalışıyoruz; bir taraftan dans, bir taraftan tekst çalışmaları derken 8 Ekim'de perdeyi açtık.

 Şimdi Muammer Karaca'nın o zamanlar, 1951 yılında, Adnan Menderes hükumeti ile arası iyiydi, ona kimse ses çıkarmıyordu, politik göndermeler yapıyordu, bu sebeple ne oyunu yasaklandı ne takibata uğradı ne de başka bir şey. Bu oyunu 5000 temsil oynadı Muammer Ağabey, sonra Nejat Uygur Ağabey'imiz de oynadı ama o son perdeyi, karakol kısmını oynadı sadece, baştaki 2 perdeyi oynamadı. Neyse, ondan sonra hükumetler değişti, ihtilaller oldu Demirel hükumeti geldi. Demirel hükumeti sırasında da bu oyun oynanıyordu, onunla da başı belaya girmedi. Şimdi biz çok nazik bir dönem geçiriyoruz, onun için provalar sırasında biz çekince içindeydik kimse de bize bir şey demediği halde, çünkü oyun repertuardan çıkmış, yönetim kurulunda belediyeden de insanlar var, onlardan da geçmiş bazı espriler; kimse de Allah için bize "Bunu çıkarın" , "Burası sakıncalı" filan demedi. Sonra biz prömiyeri yaptık, oyuna başladık, baktık ki oyun uzun, üç buçuk saati geçiyor. Dedik ki biz 2. ve 3. perdeyi birleştirelim, arada da bazı safra sahneleri atalım ve attık.

-Bu bahsettiğiniz sahneler bu olay çıkaran sahneler mi? İşte vay efendim hayat kadını sahnesini çıkardılar, filan denilen sahneler mi?

-Evet, hayat kadını sahnesi de bunların arasındaydı, onu ayıklayamazdık yani, ama kimse bize hayat kadını sahnesi var, onu çıkartın, demedi. Zaten 3 dakikalık bir sahne o, orada da yani böyle erotik filan espriler yok, yanlış anlama üzerine kurulu 2-3 replikten oluşan bir sahneydi o. Oyunu kısaltmak babında çıkardık biz onu. Kimseden, ne belediyeden ne başka yerden, ne bana ne Erhan Yazıcıoğlu'na en ufak bir şey gelmedi. Bunun üzerine özel tiyatrolardan birtakım arkadaşlar yazılar yazdılar, Erhan'ı  yıprattılar, bozacının şahidi şıracıdır deyip beni de yıpratmaya kalktılar, bir şey değil geçti bitti. Ben onları yine saygıyla anıyorum, özel tiyatro yapmak bir şövalyeliktir bu ülkede.


-Tiyatronun yanında sinemada da çok güzel işlere imza attınız. Bunların arasında Tosun Paşa gibi Türk Sineması'nın klasiği niteliğindeki bir film de var. Bundan bahsedelim istiyorum biraz da.

-Şimdi Shakespeare'e borçluyuz her şeyi; çünkü Tosun Paşa'daki konu Romeo ve Juliet'tir. Yine orada da kız alınıyor, oğlan veriliyor; bir Osmanlı paşası olan Tosun Paşa'da tarihte varmış zaten, bunun üzerine kurulu bir film. Çok sıcak bir kadroyla, çok iyi bir yönetmenle; ki Kartal Tibet'in ilk rejisidir, rahmetli Ertem Eğilmez ağabeyimizin Kartal Tibet'e emanet ettiği bir rejidir, birlikte çok zor koşullar altında çalıştık. 35'lik film negatiflerinin karaborsa olduğu bir dönemde , şaşırmadan, sıcak provalarla, soğuk provalarla çektik; çünkü bu işin pardonu yoktu yani, tekrar geriye alalım filan olmuyordu, 35'lik döndüğü zaman iş bitiyordu. Türkiye'de bildiğin gibi sinema filmi imal edilmiyor, halen de öyle bir fabrika yok, dışarıdan ithal ediliyor. Biz de 30 kutuyla bu filmi bitirmek zorundaydık, öyle bir zorlu çalışma oldu. Allah'tan çok profesyonel bir kadroydu, yüzde sekseni tiyatrocuydu figüranlar hariç, böylece çalıştık ve Tosun Paşa da böylelikle tuttu ve bir klasik haline geldi.

-Son olarak şunu sormak istiyorum: Tiyatromuz adına yeni yetişen sanatçılarımızı, gençleri nasıl buluyorsunuz?

-Vallahi pırıl pırıl gençler yetiştiler, yetişiyorlar; akıllı, uslu ve mesleklerine yabancılaşmamaya gayret göstererek. Çünkü şöyle bir şey var: Kurtlar sofrası haline geldi artık, televizyon hiç doymayan bir alet, boyuna tüketiyor ve de tiyatrolarda maalesef, maateessüf, kadro yok. Ben her zaman söylüyorum, tiyatro ekmek parasını verir ama köfte parası için mutlaka yan işlerde çalışmak zorundayız.Eskiden radyoda çalışıyorduk, sonra seslendirmeler,dublajlar yapıyorduk, sonra diziler çıktı filan. Biz bunlara hep koşturmak zorundayız fakat asal görevimizi aksatmamak şartıyla. Şimdiki çocuklar da aynen 1965'te , 1970'te, 1980'de yaşadığımız sıkıntıların bir kısmını yaşıyorlar; fakat alan daha genişledi. Bu kurtlar sofrasında, yeteneği olanlar, bileğine güvenenler, birazda cerbezeli olanlar, girgin olanlar birtakım işler kaparak çalışıyorlar. Mesleklerine yabancılaşmadan, bir taraftan orada oynuyorlar ama bir taraftan da adam akıllı küçücük oda tiyatrolarında tiyatro yaparak bu konudaki uyuzlarını kaşıyorlar. Pırıl pırıl çocuklar, hepsi konservatuar mezunu, hepsi tiyatro kürsüsü mezunu, hepsi gayet saygılı, çoğuyla dizilerde birlikte oluyorum, usul erkan bilen, oturup kalkmasını bilen insanlar.

-Zihni Ağabey size çok teşekkür ederim bize vakit ayırıp böyle güzel bir sohbeti bizimle paylaştığınız için. Sizin eklemek istediğiniz bir şey var mı?

-Rica ederim. Ben Misak-ı Milli hudutları içinde, 81 ilimizde,Edirne'den Ardahan'a kadar, haftanın her gecesi olmasa da haftanın en az 3 gecesi bir perdenin ipinin çekilmesini, bir tiyatro eserinin oynanmasını istiyorum.


Bu güzel dileklerle beraber sonlandırdığımız röportajın ardından sizleri, röportajda da söz ettiğimiz, Lüküs Hayat operetinin Nazım Hikmet'in yazdığı düşünülen o meşhur şarkısıyla baş başa bırakıyoruz.




Röportaj: Salim ECE
Fotoğraflar: İrem TÜRKMEN