23 Mayıs 2015 Cumartesi

Tiyatro Duayeni Zihni Göktay ile Röportaj -2



Zihni Göktay ustamızla ilk röportajımızın devamı olan bu röportajı bir Cibali Karakolu oyunu öncesi Kağıthane Sadabat Sahnesi'nde gerçekleştirdik. Söz verdiğimiz gibi Lüküs Hayat, Cibali Karakolu ve ustanın meşhur tuluat sanatı üzerine konuştuk.


İlk röportaj için tıklayın.





-Türk tiyatrosuna damga vuran bir eser: Lüküs Hayat. Siz bu oyunu 28 yıl aralıksız oynadınız. Hikâyesini anlatır mısınız bize, nereden çıktı bu oyunu oynama fikri?

-Gencay Gürün 1984'ün temmuz ayında Şehir Tiyatroları'na genel sanat yönetmeni olarak atandığında bu oyunu oynatmak istemiş ve yönetmen olarak da Haldun Dormen'i düşünmüş. Haldun Dormen, Lüküs Hayat'ı daha önce televizyonda deneyip başarısız olduğu için başta bu teklife sıcak bakmamış ama Gencay Gürün onu sonradan ikna etmiş. Hem meslektaşım hem de bir sanat büyüğüm olarak çok takdir ettiğim bir insandı Haldun Ağabey, fakat o zaman bizim pek bir samimiyetimiz yoktu. Gencay Hanım da yeni atandığı için onunla da aynı durum, zaten kendisi Margaret Thatcher gibi "Demir Leydi" bir vaziyetteydi, hepimiz saygıdan çekiniyorduk kendisinden. Bir gün Radyo Evi'nden çıktım ve tiyatroya gelirken Suna Abla ile karşılaştım. "Hayrola ablacığım?" dedim, çünkü o sırada bizim tiyatroda değildi, Egemen Bostancı'nın müzikallerinde filan oynuyordu Şark Tiyatrosu'nda. "Gencay çağırttı beni, Lüküs Hayat'ı koyacakmış." dedi. Lüküs Hayat da benim 1962 yılında seyredip de bir ütopya halinde "Acaba bir gün ben de oynayabilir miyim?" diye çok canıgönülden istediğim bir şeydi. "Aa, abla öyle mi?" dedim, bir şimşek çaktı benim kafamda tabii, ben bu işi nasıl yapsam, diye düşünüyorum. Çünkü Gencay Hanım ile resmiyiz, bir de genel sanat yönetmenimiz, hayatımda yapmadığım da bir şey yani gidip "Bana verin bu rolü." denir mi? Neticede ben bunu kafamda oluşturdum, kafamda bir embriyo iken bir cenin haline geldi , doğum haline gelmiş bir çocuk gibi beynimin içinde çalkalanıyor. Bir gün duydum ki tiyatroda bir yönetim kurulu toplantısı yapılacakmış, Sezai Altekin ile beraber TRT'de dublajdayız o sırada.Öğle yemeği tatilinde atladık, Sezai'ye de ben ön ayak oldum çünkü ona da Lüküs Hayat'ta düşündüğüm bir rol var, Fıstık rolü. Geldik, çıktık yönetim kurulu odasına, içeride Haldun Dormen var, Burçin Oraloğlu var, Gencay Gürün var, Hakan Altıner var, daha birtakım yönetim kurulu üyeleri var. Girdim, "Böyle böyle bir şey duydum, bugün de galiba isimler oluşturuluyormuş." dedim. Hakikaten yalan değil, o gün oluşuyormuş isimler, ben kafalarına kendi ismimi sokmak için gittim. "Ben bu role talibim, bu rol benim Gençlik Tiyatrosu'ndan beri hayalimdi, sizi mahcup etmeyeceğim, eğer bana vermezseniz ve yarın öbür gün emri hak vaki olursa vicdan azabı çekersiniz, benim mezarımdan duman tüter." dedim. Sonra atladık taksiye biz yine dublaja gittik ama o gece uyu uyuyabilirsen. O gece öyle uykusuz geçti, ertesi gün tiyatroda asılan bir isim listesi yok, derken bir hafta böyle geçti, sancılar içindeyim yani. Sonra 1 hafta geçti bir baktık,  Rıza rolü Zihni Göktay, Fıstık Sezai Altekin, Zeynep Suna Pekuysal, tam istediğimiz gibi yani. 1984 kasımında provalara başladık, 6 Mart 1985 Çarşamba günü saat 20:30'da prömiyer yaptık ve o gün de kızım Zeynep doğdu. Zeynep ismi de Lüküs Hayat oyunundaki sevgilimin isminden geliyor. Ben bu oyunu 28 sene oynadım, benim etrafımda 134 kişi değişti, bir tek ben kaldım,55.000 km turne yaptık, beni Guinness Rekorlar Kitabı'na aday gösterdiler, hakikaten aynı rolü, aynı oyuncunun 28 sene oynadığı tek aktör benim büyük bir ihtimalle.

-Öğrendiğime göre Nazım Hikmet'in de bir katkısı olmuş Lüküs Hayat'ın metnine?

-Evet, anlatayım.Cemal Reşit Rey ile bizzat görüştüğümüzde "Monşer" dedi, Paris Konservatuarı mezunu olduğu için böyle konuşuyordu, "Duyduğuma göre Hazım'ın rolünü siz oynuyormuşsunuz." dedi. Hazım Körmükçü oynamış bu rolü, Lüküs Hayat'ı da meşhur edenlerden kendisi. "Evet hocam dedim, beni uygun görmüşler." dedim, tabii ben gidip istedim rolü demedim de beni uygun görmüşler dedim."Şimdi biraderim, Ekrem Reşit Rey, çok sıkışık vaziyetteydi." dedi. "Muhsin Bey ille Kasım ayında başlayalım istiyordu operete." dedi. Darülbedayi'de o sıralar oyunların hepsi tutmuyormuş, çoğu klasik oyunlar, Shakespeare'ler filan. İstanbul'da tarihi yarımadadaki seyirci Pera'ya çıkmıyor zaten çok fazla 1930'lu yıllarda.O zamanlar  Pera'da oyunu seyredenler, Levantenler , Rum/Yahudi/ Ermeni ekalliyet (azınlık) ve bazı elit tabakadan insanlar. Onlar da tabii çabucak tükeniyor, dolayısıyla Şehir Tiyatrosu 15-20 günde oyun değiştirmek zorunda kalıyor. Bu da epey kadroyu zorluyor hem maddi hem de manevi açıdan. Belediye meclis üyeleri Şehir Tiyatrosu'nu kapatmak gibi bir fikir öne sürüyorlar o zaman, belediyeye bağlı olduğumuz için zaman zaman hep gündeme gelen bir şeydir bu, Şehir Tiyatroları siyasi çalkantılara çok açıktır yani. İstanbul Belediye Başkanı Muhittin Üstündağ o zaman diyor ki Muhsin Bey'e "Muhsin, beni epey sıkıştırıyorlar Şehir Tiyatrosu'nun bütçesi açısından, biraz yeni müzikaller yapsak da seyirciyi çeksek." diyor. Muhsin Bey de sevmiyor operet filan hep ağır oyunlar seviyor işte Rus Tiyatrosu, Alman Tiyatrosu, Danimarka Tiyatrosu filan. Muhittin Bey'in söyledikleri üzerine kabul ediyor bu fikri tiyatroya bir zeval gelmesin diye. Aklına hemen Cemal ve Ekrem Reşit Rey kardeşler geliyor. "Bizim esintilerden, konusu bizden olan bir şey yazar mısınız?" diyor. Cemal Reşit Rey yazmaya girişiyor ama bir taraftan da 10. yıl marşını yetiştirmeye çalışıyor. Ekrem Reşit Rey de, 38 tane şarkı sözü var, artık tıkanıyor, yazamıyor.Muhsin Bey Nazım Hikmet'e gidiyor, Nazım o sıralar Büyük Londra Oteli'nde kalıyor, "Nazım,bizim şarkı sözlerinden bir kısmını Ekrem yetiştiremedi, acaba bize yardım eder misin?" diyor. "Ederim ama benim adım çıkmış dokuza inmez sekize, benim başım 141 ve 142'den ikide bir belaya giriyor, şimdi oraya bir şey yazsam sizin operetinize de halel gelir. İsmimin yazılmaması şartıyla ancak yardımcı olabilirim." diyor. Muhsin Bey kendi cebinden Nazım'a, resmi evraka geçmemek kaydıyla, bir kereliğe mahsus 75 lira para veriyor. Zannederim,kesin değil ama, Refik Erduran'ın da açıklamalarına göre, "Şişli'de bir apartıman/yoksa eğer halin yaman/nikel-kübik mobilyalar/duvarda yağlı boyalar" diye başlayan sözler Nazım Hikmet'e ait.

-Zihni Göktay deyince tabii insanın aklına hemen tuluat geliyor. Yüzyıllarca yıllık bu geleneğin günümüzde en önde gelen temsilcisisiniz. Nedir,nasıl bir şeydir tuluat?

-Tuluat, hudayinabit dediğimiz, Allah vergisi bir olaydır.Ben de hazır cevap denilen şey çocukluğumdan beri vardı, bu tiyatroda da devam etti. Ben,sosyal çarpıklıkları, politikayı çok iyi takip ederim, günde 3 tane gazeteyi hatmederim. Fazla slogansız ve başımın belaya girmeyeceği şekilde bunları hiciv olarak, ironi olarak yaparım. Bunları yapma cesaretini bulabilecek bilgiye de sahibimdir. Fakat doğaçlamada, montajsız bir iştir çünkü bu, ağızdan çıkan her kelime sıkılmış bir diş macununu aynı tüpe sokmak kadar zordur. Söz ağızdan çıkmadan önce esirinizdir, ağzınızdan çıktıktan sonra siz onun esiri olursunuz, düzeltemezsiniz bunu. Onun için oyunun bütününü zedelemeden, Türkiye'de yaşadığım, gözlem yaptığım birçok olayla ilgili tuluat yaparım. Bir gün yaptığımı ertesi gün yapıp yapmayacağım meçhuldur. Bir oyunda yaparım, tutarsa bırakırım; tutmazsa spatulayla kazırım, başka bir zaman, yerine başka bir şey ikame edinceye kadar öyle kalır. Bir de ansızın meydana gelen, salonda olan bir hadiseye karşı hazır cevabımdır, onu da yerine getiririm. Halk, kendi söyleyemediğini, içinde kalanı oyunda benim ağzımdan duyunca karnının şişi iniyor, hoşuna gidiyor bu, alkışlıyor. Bir de ben, halkı rencide edecek, halkın yumuşak karnına dokunacak espriler yapmamaya gayret ederim.Halkın da bizimle beraber, aynı şeyle dalga geçebileceği şekilde yapmak lazım bunu. Mesela birbirine çarpmayla filan alakalı bir replik varsa eğer, katiyen "Kör müsün yahu önüne baksana!" gibi bir lafı koymam; çünkü belki bir görme engelli vatandaş izliyordur. Bir gece Resimli Osmanlı Tarihi'nde bir espri yaptım; benim oğlum orada küçükken havale geçirmiş, biraz engelli gibi birisini oynuyordu, ben de kızınca "Sen akraba evliliği de değildin ama neden böyle çıktın?" dedim, meğerse o gece izleyenler arasında akraba evliliği yapıp da engelli bir çocuğu olan bir çift varmış.  Sonradan bana mektup yazdılar, çok üzüldüm ve cevaben mektup yazıp özür diledim.

-Sizin bütün oyunlarınız tek bir koltuk boş kalmadan oynanıyor.Lüküs Hayat 28 sene böyle devam etti. Şimdi Cibali Karakolu'nda da aynı vaziyet söz konusu. Nedir bunun sırrı?
Cibali Karakolu'ndan bir kare.

-Oyunun iskeletini bozmadan güncellemekle alakalı bir şey. Mesela Lüküs Hayat 1932 yılında yazmaya başlanıp 1933'ün sonbaharında bitirilen bir oyun. O zaman İstanbul'un nüfusu 650 bin-700 bin  civarında.O zamanlar sosyal yaşantısıyla,espri anlayışıyla, halkın yaşayış biçimiyle şimdikinden çok farklı bir İstanbul var. Dolayısıyla oyundaki espriler de bize bayat gelmeye başladı. Oyunu ilk sahneye koyduğumuzda, 1984-1985 sezonunda, gülünen esprilere oyun yaşlandıkça gülünmediğini fark ettik. Ben de bazı esprilerin üstünü çizmeye, güncellemeye başladım. "Kısık ateşte, altını yakmadan muhafaza etmek" diyorum ben buna. Böylece sürekli  güncel tutabildik ve seyircimiz hiç azalmadı. Mesela Lüküs Hayat oyununa, rekor olarak, 14 kere geleni duydum ben.

-Bu sezon da, Şehir Tiyatroları'nın 100. yılında, Cibali Karakolu'yla seyircinin karşısına çıktınız. 

-Evet. Lüküs Hayat'tan sonra Şehir Tiyatroları'na bir kırgınlığım oldu benim. O yönetim boyunca da devam etti bu. Sonra bazı ciddi rahatsızlıklar yaşadım; bir koroner baypas ameliyatı ve bir mide ameliyatı geçirdim. Ayvalık'ta, Ada Kamp'ta dinleniyordum. Tabii bir de şöyle bir şey var, ben balkonda oturup ölümünü bekleyecek sanatçılardan değilim. Yani benim kahvem yok, meyhanem yok, at yarışım yok, tavla bilmem, okey bilmem, 30 sayfa kitap okurum, gözüm yorulur, bir yürüyüşe çıkarım filan ama vakit geçmiyor yani ben bir şey yapmak zorundayım, oynamak zorundayım. Seyircim de bana yolda "Zihni Bey özledik." diyor, o sırada dizi filan da yok. Neyse, 15 Ağustos'ta Erhan Yazıcıoğlu geldi yönetime. Erhan da benim 45 yıllık, kader birliği yaptığımız, çok sevdiğim bir arkadaşım. Onunla kadroya da beraber geçmiştik biz zaten. Telefon açtı bana "Gel Zihni, ben geldim, Cibali Karakolu'nu koyuyoruz sahneye, sen de Muammer Ağabey'in rolünü oynuyorsun." dedi. "Tamam, geliyorum." dedim. Nedret Denizhan, yönetmen arkadaşımız, ben de daha önce onunla 3 oyunda birden beraber çalışmıştım. Ben her yönetmenle iyi çalışırım ama Nedret'le daha iyi anlaşırım; Nedret benim dizginlerimi serbest bırakır "Sen yap, biz daha sonra ayıklarız." der, Cibali Karakolu'nda da öyle oldu. Böylece 23 Ağustos'ta provaya başladık, Erhan müzikli olacak, dedi; Ali Otyam müziklerini bestelemeye başladı, danslar manslar, müzikler girdi işin içine. Erhan "Ben, 100. yıl münasebetiyle 8 Ekim'de 'prömiyer' derim. 8 Ekim'de bu oyun perde açacak, Cibali Karakolu yüz akımız." dedi. Hayda, nasıl yetişecek? İki de bir teksti düzeltiyoruz, 1951 yılında adapte edilmiş oyun Muammer Ağabey tarafından, içinde birtakım politik göndermeler, espriler var, şimdi yaparsak başımızın belaya girebileceği şeyler var; hangisi ayıklayalım, neresini düzeltelim filan diye düşünürken 15-20 gün dramaturji çalışması oldu. En sonunda ayaklanalım artık, birazını da ayakta hallederiz dedik. İki ayağımız bir pabuçta, oyunu harıl harıl çalışıyoruz; bir taraftan dans, bir taraftan tekst çalışmaları derken 8 Ekim'de perdeyi açtık.

 Şimdi Muammer Karaca'nın o zamanlar, 1951 yılında, Adnan Menderes hükumeti ile arası iyiydi, ona kimse ses çıkarmıyordu, politik göndermeler yapıyordu, bu sebeple ne oyunu yasaklandı ne takibata uğradı ne de başka bir şey. Bu oyunu 5000 temsil oynadı Muammer Ağabey, sonra Nejat Uygur Ağabey'imiz de oynadı ama o son perdeyi, karakol kısmını oynadı sadece, baştaki 2 perdeyi oynamadı. Neyse, ondan sonra hükumetler değişti, ihtilaller oldu Demirel hükumeti geldi. Demirel hükumeti sırasında da bu oyun oynanıyordu, onunla da başı belaya girmedi. Şimdi biz çok nazik bir dönem geçiriyoruz, onun için provalar sırasında biz çekince içindeydik kimse de bize bir şey demediği halde, çünkü oyun repertuardan çıkmış, yönetim kurulunda belediyeden de insanlar var, onlardan da geçmiş bazı espriler; kimse de Allah için bize "Bunu çıkarın" , "Burası sakıncalı" filan demedi. Sonra biz prömiyeri yaptık, oyuna başladık, baktık ki oyun uzun, üç buçuk saati geçiyor. Dedik ki biz 2. ve 3. perdeyi birleştirelim, arada da bazı safra sahneleri atalım ve attık.

-Bu bahsettiğiniz sahneler bu olay çıkaran sahneler mi? İşte vay efendim hayat kadını sahnesini çıkardılar, filan denilen sahneler mi?

-Evet, hayat kadını sahnesi de bunların arasındaydı, onu ayıklayamazdık yani, ama kimse bize hayat kadını sahnesi var, onu çıkartın, demedi. Zaten 3 dakikalık bir sahne o, orada da yani böyle erotik filan espriler yok, yanlış anlama üzerine kurulu 2-3 replikten oluşan bir sahneydi o. Oyunu kısaltmak babında çıkardık biz onu. Kimseden, ne belediyeden ne başka yerden, ne bana ne Erhan Yazıcıoğlu'na en ufak bir şey gelmedi. Bunun üzerine özel tiyatrolardan birtakım arkadaşlar yazılar yazdılar, Erhan'ı  yıprattılar, bozacının şahidi şıracıdır deyip beni de yıpratmaya kalktılar, bir şey değil geçti bitti. Ben onları yine saygıyla anıyorum, özel tiyatro yapmak bir şövalyeliktir bu ülkede.


-Tiyatronun yanında sinemada da çok güzel işlere imza attınız. Bunların arasında Tosun Paşa gibi Türk Sineması'nın klasiği niteliğindeki bir film de var. Bundan bahsedelim istiyorum biraz da.

-Şimdi Shakespeare'e borçluyuz her şeyi; çünkü Tosun Paşa'daki konu Romeo ve Juliet'tir. Yine orada da kız alınıyor, oğlan veriliyor; bir Osmanlı paşası olan Tosun Paşa'da tarihte varmış zaten, bunun üzerine kurulu bir film. Çok sıcak bir kadroyla, çok iyi bir yönetmenle; ki Kartal Tibet'in ilk rejisidir, rahmetli Ertem Eğilmez ağabeyimizin Kartal Tibet'e emanet ettiği bir rejidir, birlikte çok zor koşullar altında çalıştık. 35'lik film negatiflerinin karaborsa olduğu bir dönemde , şaşırmadan, sıcak provalarla, soğuk provalarla çektik; çünkü bu işin pardonu yoktu yani, tekrar geriye alalım filan olmuyordu, 35'lik döndüğü zaman iş bitiyordu. Türkiye'de bildiğin gibi sinema filmi imal edilmiyor, halen de öyle bir fabrika yok, dışarıdan ithal ediliyor. Biz de 30 kutuyla bu filmi bitirmek zorundaydık, öyle bir zorlu çalışma oldu. Allah'tan çok profesyonel bir kadroydu, yüzde sekseni tiyatrocuydu figüranlar hariç, böylece çalıştık ve Tosun Paşa da böylelikle tuttu ve bir klasik haline geldi.

-Son olarak şunu sormak istiyorum: Tiyatromuz adına yeni yetişen sanatçılarımızı, gençleri nasıl buluyorsunuz?

-Vallahi pırıl pırıl gençler yetiştiler, yetişiyorlar; akıllı, uslu ve mesleklerine yabancılaşmamaya gayret göstererek. Çünkü şöyle bir şey var: Kurtlar sofrası haline geldi artık, televizyon hiç doymayan bir alet, boyuna tüketiyor ve de tiyatrolarda maalesef, maateessüf, kadro yok. Ben her zaman söylüyorum, tiyatro ekmek parasını verir ama köfte parası için mutlaka yan işlerde çalışmak zorundayız.Eskiden radyoda çalışıyorduk, sonra seslendirmeler,dublajlar yapıyorduk, sonra diziler çıktı filan. Biz bunlara hep koşturmak zorundayız fakat asal görevimizi aksatmamak şartıyla. Şimdiki çocuklar da aynen 1965'te , 1970'te, 1980'de yaşadığımız sıkıntıların bir kısmını yaşıyorlar; fakat alan daha genişledi. Bu kurtlar sofrasında, yeteneği olanlar, bileğine güvenenler, birazda cerbezeli olanlar, girgin olanlar birtakım işler kaparak çalışıyorlar. Mesleklerine yabancılaşmadan, bir taraftan orada oynuyorlar ama bir taraftan da adam akıllı küçücük oda tiyatrolarında tiyatro yaparak bu konudaki uyuzlarını kaşıyorlar. Pırıl pırıl çocuklar, hepsi konservatuar mezunu, hepsi tiyatro kürsüsü mezunu, hepsi gayet saygılı, çoğuyla dizilerde birlikte oluyorum, usul erkan bilen, oturup kalkmasını bilen insanlar.

-Zihni Ağabey size çok teşekkür ederim bize vakit ayırıp böyle güzel bir sohbeti bizimle paylaştığınız için. Sizin eklemek istediğiniz bir şey var mı?

-Rica ederim. Ben Misak-ı Milli hudutları içinde, 81 ilimizde,Edirne'den Ardahan'a kadar, haftanın her gecesi olmasa da haftanın en az 3 gecesi bir perdenin ipinin çekilmesini, bir tiyatro eserinin oynanmasını istiyorum.


Bu güzel dileklerle beraber sonlandırdığımız röportajın ardından sizleri, röportajda da söz ettiğimiz, Lüküs Hayat operetinin Nazım Hikmet'in yazdığı düşünülen o meşhur şarkısıyla baş başa bırakıyoruz.




Röportaj: Salim ECE
Fotoğraflar: İrem TÜRKMEN

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder